• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ktdgokmen
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=05347896126
  • https://twitter.com/Kucuktasdemir
  • https://www.instagram.com/gokmenktd/
  • https://www.youtube.com/channel/UC2oheUfhR7iDi5hqG-_1HfA?view_as=subscriber
Site Menüsü
Linkler
Site Haritası

Yaşama anlam vermek

Yaşama Anlam Vermek...

Acaba beynimizde özgürlük ve yaratma kudreti var mı ve biz bunu nasıl faaliyete geçirebiliriz? Toplumlarda ya da topluluklar arasında "üretilmiş bilgiler" paylaşıldıktan ya da okullar yoluyla yeni nesillere kazandırıldıktan sonra, belirli bir tutum doğrultusunda - bu yönlendirimiş olabilir, seçilmiş olabilir, yani demokratik ortamda ya da demokrasi dışı ortamda olabilir - belirli bir duruşu, belirli bir ideolojiyi yaşama yansıtmak, örgütlenmek ve bunların gereğini yapmak yönünde kullanılıyor.

Çağımızda da böyle! Sorguladığımız şey şu: Felsefî bakış noktasından—ideolojik değil—yapıp ettiklerimizin anlamı nedir? Ne yapıyoruz? Ne oluyor? Bunların içinde kendimiz neredeyiz? Yani olan bitenden mutlu muyuz, memnun muyuz? Her şey yolunda mı? Kimine göre yolunda, kimine göre değil veya yolunda olan yanlarımız var, olmayan yanlarımız var. “Sorgulama”. Herkes kendini sorgulasın diye, bu sorgulamayı yaygınlaştırabilir miyiz? Peki ne yapmalı? Felsefî bakış açısı burada ne katkı sağlar? Ya da “illâki felsefî bakış açısı mı gerekli?” gibi çok soru sorabiliriz. Yani en baştan başlamak adına bazen soruları insan derinleştirebilir. Yaptığı işin yarı yolunda durup biz ne yapıyoruzun bazen yeni baştan gözden geçirilmesi gibi. Bu noktada, bu yaklaşımda herkesin değişik kaygıları var. geçirdiğim yaşam süreçindeki deneyimlerim, gözlemlerim, yaşama bakışımda şunu gördüm, çoğu zaman sürükleniyoruz. Bu sürüklenme bazen uykuda gibi. İşte sabah kalkıyorsun, belli şeyleri rutin olarak yapıyorsun, işine belli rutinlik içinde gidiyorsun, ilişkiler raha önceden olmuş bitmiş tekrarlanan ilişkiler ve bunlarla beraber bir yaşam. Zaten öyleydi, herkes de öyle yapıyordu, ben de öyle yapıyorum, ne var bunda... gibi. Sonra giderek o sıkıyor sizi. Eğer sıkıyorsa, bu sürüklenme noktasında, bu günlük yaşam sürüklenmesi içinde, bazen tekerleğimize taş konuyor! İşlerimiz yolunda giderken o yanılsama büyüyor, hele huzur filan varsa daha da büyüyor. Yazlığınızda rahat yaşıyorsunuz, kışlığınız güzel, çocukların hastalığı yok, her şey yolunda gidiyor...Huzur da o rutini güçlendiriyor ve uyku biraz daha derinleşiyor. O sırada, tekerleğe bir taş. Çocuk hastalanıyor, işler bozuluyor, genel bir kriz oluyor. Savaş tehlikesi ortaya çıkıyor, vb. Şu bu filan derken, bir dakika ne yapıyoruz. Belki bir komşumuz vefat ediyor, vay canına ölüm diye bir şey varmış! Ne oldu, neden ölüyor insanlar? Çünkü biliyorsunuz, genellikle kentlerde ölülm dışlanmıştır ve ölümün varlığı unutulmuştur. Kırsalda, köy ve kasabalarda, haftada birkaç kez, insanlar, ölüm törenlerine katılarak, ölümlü yaşamın gerçeğiyle yaşamayı öğrenirler. Şimdi, bütün bunların içinde tekerleğe taş konunca ne oluyor? Ne yapacağız? Nedir bu yaşam? Bütün bunların ötesinde, yani günlük kaygıların ötesinde, yaşamın, huzurlu dengeli olduğu zamanlar da dahil, zaman zaman kendi başımıza kaldığımızda yaşamın anlamını sorgulamaya başlıyoruz. Ne oluyor? Ben kimim? Olan biten nedir? Bir anlam arayışı...

Şimdi, anlam arayışı düzeyinde, rutin ve mekanik yaşam sorunlarının getirdiği sorgulama değil de, anlam arayışı düzeyindeki bir sorgulama, ister istemez insanları bir araya getiriyor. Mekanik yaşam sorunlarına geri döndüğümüzde, o tür sorunların giderilmesi, bir bakıma olanaklı olup olmama açısından söylemiyorum—o gücünüz vardır yoktur—ama bilinç açısından pek sorunlu değil! Niye? Çünkü ne bozulduysa onu düzelmek istiyorsunuz, mekanik yaşamdan kastım bu! Yani tekerleğe taş kondu, her şey yolunda yolunda gidiyordu, bu durumda derin bir sorgulama gereksinimi yoktur.

Ne oldu da, işler kötü gitti? Bilgisini önceden bildiğiniz bir sorundur bu. Çünkü sorun, yapmakta olduğunuz rutinin bozulması idi onun düzeltilmesi de, neyse oradaki yanlışlar onların kaldırılması, yani önceden bilinen bir bilgiye bağlı olarak tavır takınılması. Bunu genişletin, bütün yaşam olgularının hepsine yansıtabilirsiniz. Ama yaşamda anlam arayışı başka bir şey, başka bir boyut. Her şey yolunda gitse dahi, her şey huzurlu olsa dahi, eğer fırsat bulup da o mekanik düzenin içinden biraz başınızı kaldırabiliyorsanız, ki genellikle tatillerde olur bu, kitap okuyacağım diye gidersiniz pek okuyamazsınız ya! Biraz kendi kendinize kalırsınız belki, kendinizle, doğayla, denizle tatlı bir alışverişiniz vardır. Sonra dönüş sıkıntısı başlar, yine döneceğiz, yine çalışacağız, yine o yaşantı, yine o dünya. Bir Amerikalı dostumuz geçenlerde gelmişlerdi hatırlarsınız, şöyle bir şey söylemişti: “Burası çok güzel, buradaki ilişkilerimiz çok iyi oldu, çok insaniydi ve çok verimli çalışmalar yaptık, ama şimdi cangıl’a geri dönüyoruz. Cangıl yani vahşi orman dediği yer, Amerika. Amerika’ya geri dönüyorlar. Cangıl’a geri dönüyoruz?” dedim ki, burası neydi ki? Sen ne zannettin. Bu ormanın içinde bir kulübe idi burası, bunun da dışına baktığın zaman o cangıl aynı burada da var. değişen bir şey yok. O zannediyor ki hep beraber biz cennette yaşıyoruz, buraya gelirse cennette yaşayacak. Dedim ki, belki oraya gelsek sizin evinizde veya çevrenizdeki iyi dostlarınızla ilişki kursak biz de oraya hayranlık duyup, ah oraya gitsek diyeceğiz, ama siz cangıl diyorsunuz. Dış yaşam, daha doğru deyişle yaşamın gerçekleri “bir cangıl.” İnsan oraya dönmek istemiyor. Tatilden çıkmak istemiyor, tatilde kalmak istiyor. Ama ne yazık ki dönüyoruz işte. Şimdi bütün bunların içinde, en temel dürtü olarak “anlam arayışı” ve tarih süreçleri içinde önerilmiş dünya görüşleri var. bunların içinde belki sizin de kendinize ait, kendi deneyimlerinizden biriktirip yeni bir yöntem gibi algıladığınız bakış açıları da olabilir. Ama genellikle insan kendi görüşlerini, daha yaygın daha belirleyici, daha güçlü—taraftarı daha çok olan ya da taraftarı olmasa bile, literatürel gücü olan—görüşler karşısında kendisini denemek istiyor. Acaba insanlar bu konuda ne çare buldular, ne öneriyorlar diye. O zaman ister istemez, felsefî bir bakış açısı, yani bu disiplinler, bu önerileri nelerdir? Onlardan ne sonuç çıkarmışlar. Ne öneriyorlar? Baştaki kurguyla tekrar bunu karşılaştıralım. Baştaki ideolojik, yani dünya görüşüyle örgütlenmiş yaşam içindeki mekanik duruş’unuzla, bu, yeniden kendini gözden geçirmek...bir dönüşüm noktası var. Bunu herkes duymalı mı, duyabilir mi? Gerçekten duyuyorsa, böyle bir sorgulamayı yapıyor insan, sonra da onu paylaşmak istiyor. Paylaştığı zaman yeniden hayata bakmak, yeniden “anlam arayışına dönmek” arasında, görüşünü denetlemek istiyor. Bu anlamda başkaları ne yapıyor, bunu sorguluyor insan. O halde bu bir “öğreti” olamaz, “Didaktik” bir şey, başkasına aktarılacak ve yapılması beklenecek bir şey olamaz. Çünkü bu bir sorgulama.

Sorgusuzca benimsenecek her türlü başka önerme, yaşamınıza yeni bir anlam katmayacaktır.
Sorgulama ne biçimde olursa olsun, zihinsel, algısal, çeşitli deneyimlerle, iç deneyim, dış deneyim her türlü, hangisiyse, hepsi yöntem çünkü. Her birinde, sonuçta en derin olanın anlamında, en derinde yaşama anlam vermek olanaklı mı? Yaşama anlam vermek diyorum, yaşama anlam katmak demiyorum!. Yaşama anlam katmak daha çok psişik bir süreçtir. Psişik süreçlerin kapsadığı bir çok davranışlar vardır. O davranışlar ki en çok doyum teriminde gider oturur. Belli doyumları elde ettiğiniz zaman doyurulan bir psişe ile yaşama anlam katarsınız, ama felsefî anlamda, psişe’yi aşan; felsefî olarak, yaşama anlam verme kaygısı daha öte bir şeydir.

Daha ontolojik, daha varlık bilimsel bir dönüşümü gerektirir. Veya insan ancak öyle bir noktada kendisini yeni baştan sorgulayabilir. Bu belki de çeşitli öğretilerde “bellek” diye söylenebilir. Bu bellek, sizin psişik belleğiniz olabilir, öznel belleğiniz olabilir, toplumsal bellek olabilir, insanlığın belleği olabilir. Sonuçta bu bellek denen ve alışkanlıklarımıza katılmış olan bütün değerleri—değer noktası bilinçli olduğu noktadır kuşkusuz—yeni baştan sorgulama gibi bir cesareti gerektirir. Ona bakmak... Ama o güç var mı bizde? Ona bakabilecek miyiz, bakabilir miyiz? Bu nasıl bir şeydir, yani bakıyorum demekle bakılıyor mu? Alıp okuyarak, bu buymuş, şu şuymuş filan diyerek oluyor mu? Çoğu zaman herhangi bir felsefî disiplin de olsa veya çeşitli dünya görüşleri (ideoloji) de olsa, onlarla karşılaştığımız anda facia bir terminoloji çıkıyor karşımıza. Farklı bir terminoloji, bir yığın o terminolojik ilişki ve atmosfer... Şimdi bunu anlayacağım. Yani yetkin düzeyde anlayacağım ve sorgulayacağım. Onun gibi yüzlercesi var, yüzlerce öneri var. hepsini anlayacağım, sorgulayacağım, başka işin mi yok kardeşim, şimdi oturup bunlarla mı uğraşayım, gibi kaygılarla insan bunları çok pratik bulmuyor tabii. Ama önceden belirlenmiş öneriler varsa ve bunların bir tanesini seçmiş o yolda yürüyorsak, bu sorgulama değil. Bu o anlam arayışı kaygısını karşılamıyor. O daha zenginleştirmek. Seçtiğimiz gidişi daha zenginleştirmek, onu başarılı kılmak ya da onun liderleri, önderleri, öneriyi yapanların yaşamlarına özenerek herhalde onlar gibi olacağım devam edeyim gibi başka bir kaygıyı içerir. Ama yaşama anlam verme kaygısı? Hatta burada tırnak içinde şöyle bir şey de sorulabilir: “Bu bir eğitim sorunu mudur? Ancak eğitimli insanlar mı bunu yapabilir?” Ya da bu belirli bir yaşam tarzını halletmiş, yani artık maddi olanaklarını belirli bir yere getirmiş, tuzu kuru olan insanın işi midir? Böyle bir lüks müdür. Yoksa gerçekten herkesin yapabileceği yapması gereken bir şey midir? Bütün bunlara kendi yaşamım içinde bakıyorum ve hiçbir öneri getirmeyi doğru bulmuyorum. Şöyledir, böyledir, şöyle yapmalıdır, zaten önce böyle olur... Bütün bunlar mekanik olanın içindedir. Alışkanlıklarımızın içinde olandır. Bunlardan bir nebze bağımsız olabilir miyiz, bu psişik bir sorun aynı zamanda. Bağımsız olma sounu! Bilinç kendinden bağımsız olabilir mi? Kendine dönüp bakabilir mi? Bu soruyu niçin açıyoruz. Çünkü içinde olduğumuz şeyi göremiyoruz. Hani “Balıklar derya içre, deryadan bî haber” denmiş ya, o misal. Balık oltaya yakalandığında derya diye bir şeyin varlığını, içinde yüzdüğünü, kendisini çepeçevre kapsadığı için onu fark etmediğini anlasın. Şimdi bizim atmosferde bir sorunumuz var mı? Yok. Ama hava kirliliği bastırdığında, başlarız öksürmeye, başlar nefes alma sorunları, o zaman hava diye bir şey var. Havanın gereği var, havanın temiz olması gerekiyormuş. Onları fark ederiz. Gereksinme noktası, o soluk almanın gereksinme noktasına gelmek. Yoksa öyle bir sorunumuz yok! İnsanlara sürekli diyoruz ki: Bak, hava kirlenebilir, siz ona göre havanın kıymetini bilin ha! Yani o sıkıntı, temel anksiyete, hangi konu ile ilgili ise, onu duyabilmek. Onu duyduktan sonra, o sıkıntıdan çıkıp sıkıntıya bakabilmek.Ya da o sıkıntıyı doğuran sorunlara bakabilmek; “bilincine bilinçle bakabilmek.” E bunu nasıl yapabiliriz? Başka bir deyişle, yöntemin farkında olmasak bile düşüncelerimiz ve anlayışlarımız belirli, önceden öğretilmiş ya da dilin içine mantıksal örgü olarak konulmuş bir biçimde yapılanmaktadır...

Biz o yöntemli (!) olan düşünceye hangi yöntemle, bakalım da, onu fark edelim. Çünkü belli bir yöntemli düşünmeye, yine o yöntemle dönüp baktığınızda onun kendisini geliştirmesi, açılması, saçılmasından başka bir iş yapamıyorsunuz. Bu nasıl olabilir? Ya da öyle bir şey var mıdır? Ya da niye bunu yapalım? Yaşama anlam verme arayışındaki sıkıntıların, belli bir düzeyde, içinde olduğumuz düşünce ve eylem atmosferinin kendisinde, tamamen kendisinde bu sorun vardır. Bunun bilincine geldiysek, o zaman buna nasıl bakabilirim, bunu nasıl yargılayabilirim, bununla nasıl hesaplaşabilirim? “Bu” dediğimizde, zaten sizin —psişik anlamda—öznenizden başkası da değil. Dışarıdan doldurulmuş da olsa, toplumsal ve tarihsel de olsa—bir fanus içinde yetişmediğimize göre—bundan nasıl çıkabilirim. Bir kaçış gibi olsa da, bundan kaçabilir miyim? Bir öneri olarak biliyorsunuz, tasavvuf çalışmalarında da vardır. Çeşitli mistik öğretilerde de vardır, derler ki halvet yap. Halvet ne? Yalnızlığa çekil. Dış algılarını azalt, kendi kendinle, baş başa kal, kendini sorgula (murakabe, tefekkür.) Nedir bu? Git mağaraya kapan—eskiden öyleymiş—evde yalıtılmış bir oda varsa, git oraya gir. Orda bilmem kaç gün kal, az ye, az uyu, az konuş, zikir yap, fikir yap. Tabii ki, bütün bunlara karşı, görüşler de var. hangisi doğru diye aramaya başlamak bile baştan koşullanmışlık...Yani aynı yöntem içinde, aynı düşünce yöntemi içinde bir akış. Derler ki: Sen mağaraya gitsen de; mağarada yalnız kalsan da; her gittiğin yere “Sen”i götürüyorsun, sen oradasın. İster toplumsal ilişkilerde ol, ister yalnızlığa git, ister çöle git, sen oradasın. Senin sorunun, sensin. Sense, tek başına yalıtılmış bir varlık değilsin, bütün insanlık ailesi içinde, yakın ve uzak ilişkilerle varsın. O zaman bu hesaplaşma, sadece kendi günlük davranışların, yaşantıların içindeki anlam arayışı değil, en genel evrensel, insanlığın da sorunu olan bir anlam arayışına dönüştüğü nokta var.

Özdeksel evrim, yeryüzünde, son uçta insan bilinci olarak, en üst düzeyde bir yapı oluşturduğuna göre, bu bilinç doğada (insansız doğa) neredeydi? Bilgi, doğanın ana yapısı olarak düşünülürse, doğada, atomda—bu bir model tabii, atom da bir model, bir kavram. Kimyasal ilişkilerde, yani atomların kendi arasındaki şimik reaksiyonlarda—çünkü artık bellekler, atomlar birbirleri ile kendilerinde var olanı ilişkiye sokuyorlar—belleğin ilişkiye girmesi, bilgi işlem dizgesi. Moleküler biyoloji düzeyinde ise programlanmayı koyarsak... Yani göz görmek için örgütleniyor. Kulak duymak için örgütleniyor. Şimdi, böyle bir noktaya çekerek düşüncemizi biraz derinleştirmek istiyorum. Yani hangi metot daha iyi, biz kendimizi nasıl daha iyi görürüz? Böyle bir paradigmanın, farklı bir paradigmanın içinde yansıtılmış olarak, kendimizi bir aynada seyretmek gibi düşünerek bunu ileri sürüyorum. Örneğin altın atomu, altın atomunda bir bellek var. hangi bellek var? Onun altın olma belleği var. gümüşte, gümüş olma belleği var. kendisi bellek, orada başka bir şey, farklı bir şey belliyor gibi değil de, kendi kendisi, varlığı kendisinin belleği. Atom oluşu, onu diğer bütün varlıklardan ayıran “öz nitelikler”. Peki, bu atomlar sonradan ilişkiye giriyorlar birbirleri ile, yani şimik reaksiyonlar, kimyasal düzey. Diyalektik dedikleri karşılıklı bağıntılılık, çatışkı, çelişki, birlik ve bütünlük. Orada birbirleri ile güreşiyorlar.

Ortam koşulları değiştiğinde (örneğin ısı, basınç değiştiğinde) kendi iç dinamikleri, kuvvetleri harekete geçtiğinde, değişip dönüşüyorlar. Yani “varoluş-belleği” değiştikçe, varoluş kipi değişiyor.

Genel olarak günümüz modern düşüncesinde “özne”, “standart-özne” olarak düşünülüyor. İnsan öznesi standart bir şey, kap gibi, belleğine dışarıdan bir şeyler kondu gibi düşünülüyor. Bu dualist düşünmenin kendisi sorun yaratıyor. Bir biçimli özne tasarımı. Bu öznenin öğrendikleri var ve öğrendikleri onun benliğinden bağımsız olarak bir kap içinde durur gibi duruyor.

Ben, ben olmayandan nasıl kurtulacağım? Ben, ben olmayan olarak, benim belleğimde, bana hükmediyorum. Ben bunu nasıl halledeceğim, yanılsamalı benlikten nasıl kurtulacağım?
Doğanın kendi nesnel gerçekliğine baktığımızda, orada bellekle varoluş nesnesi özdeş. Atomun belleği ile atomun varlığı aynı. O zaman oradaki değişim, bir başka bellekle ilişkiye girme, bir başka varoluşla ilişkiye girmek anlamını taşıyor. İki varoluş karşılıklı birbirleri ile olanakları, kendi doğal yetenekleri doğrultusunda ilişkiye girdiklerinde bu alış verişin sonunda başka bir varlığa, başka bir varoluşa dönüşüyorlar. Bu onların bilgi işlem dizgesini oluşturuyor. Bu bilgi işlem dizgesi, biraz önce söylediğim gibi, kendi iç dinamikleri ve olanakları, yetenekleri ile ilgilidir. En belirleyici olan tarafı bu. Bu da en temelde kuvvetlerdir, doğa kuvvetleridir. Doğa kuvvetlerinin o nesnel koşullarla olanaklıdır. Bu nesnel koşullar, diğer nesne bellekleriyle girilen ilişkilerdir.

Rastlantısal olarak bir araya gelirler ve ilişkiler, dış, diğer belleklerle dışsal ilişkiler başlarsa bu mekanik bir ilişkidir. Ne demek bu mekanik ilişki? Mekanik ilişki “Etki-tepki” ilişkisinde, atom belleğinde bir değişme olmaz, nesneyi o nesne yapan temel atomik özellikler değişmez.
Şimdi bu paradigmayı toplumsal ilişkilere de yansıtabilirsiniz. O tarz ilişkiler, mekanik ilişkiler, dualist ilişkiler, olduğu sürece bireyin kendisindeki o belleği, ister ağaçla karşılaşsın, isterse böcekle karşılaşsın, isterse insanla karşılaşsın; mekanik ilişkilerde öz nitelikler değişmez nasıl ki, iki farklı atom yan yana gelip mekanik ilişki içindeyken özlerinin değişmediği gibi. Ama araya bir ısı koyarsak, dışarıdan enerji verirsek, o zaman o atomlar, başlar hareketlenmeye, iç dinamikleri, dış koşuldan dolayı hareketleniyor. Bu hareketlilik öyle bir noktaya geliyor ki, şimik reaksiyona, yani diğer bellekle, diğer varoluşla kendisini ilişkiye sokabiliyor. Koşullar değiştirmezse o kendi halinde duruyor. Koşullar değiştiğinde ve nereye kadar değiştiğinde, nereye kadar etki ettiğinde? Kendi iç dinamiklerini harekete geçirme noktasına kadar. O noktada başlıyor alış veriş yapmaya, yoksa yapmıyor.

Bazı toplumsal ilişkilerde, mekanik olan ilişkilerde neden özsel değişim yaşayamıyoruz! Çünkü öz niteliklerimizi değiştirecek olan, iç dinamiklerin harekete geçirilmesi idi, bu benzerlikten hareket ederseniz. Çünkü bizde doğa varlığıyız, başka bir şey değiliz. O dış koşullar, şimik düzeye bizi götürmüyor demektir. Sadece mekanik düzeyde. O zaman ezilip büzülebiliriz, eğrilip bütülebiliriz, ama öz niteliklerimizde bir değişim, bir dönüşüm ortaya çıkmaz. Bu düzeyde ortaya çıkmaz. Arada “sevgi” diye bir enerji gerekir. Bir üst katman olarak doğanın bize gösterdiği biyolojik moleküler düzey, yani nesnel gerçeklik ilişşkiler ağını, özdeksel ilişkiler ağını son uçta öylesine organize etmiş, öylesine çok ilişiki bir araya gelmiş ki, artık biyolojik, hayat moleküllerinin olduğu bir ortamı gözlüyoruz ki, bizde doğal olarak bunun bir parçasıyız, içindeyiz. Bedensel olarak bedenimiz bu. Şimdi bu bedenimiz, organik olarak düzenlenmiş olan bedenimiz aynı zaman da şimik düzeyi içeriyor. Yani ondan kopmuş da böyle olmuş değil. Aksine böyle oluşu, sürekli o şimik reaksiyonların olmasına bağlı olarak öyle. Yani organizmamıza, hücremize dönüp baktığımız zaman içindeki şimik reaksiyonlar sürekli olarak varsa ancak bu organik düzey korunabiliyor. Onun da altında o şimik reaksiyonları yapan atom bellekleri, bünyemizde. Onlarda sürekli hem kendi atomsal belleklerini koruyorlar, hem de diğer belleklerle ilişkiye girerek şimik dönüşümler yaratıyorlar. Yani atomsal niteliklerini, temel varlık belleklerini yitirmiyorlar. Yitirdikleri anda o şimik reaksiyonlar olmaz. Ve organik düzeydeki örgütlenme de olanaksız olur. Bu doğal bir ortam. Deney ve bilimlerle kanıtlanmış bir bilgiyi konuşuyoruz. Burada programlama ne? Çok ilgi çekici bulduğum bir benzetme, bir alegori bu: doğanın çeşitli elementer atomlarla, biyolojik moleküler düzeyde örgütlenmesi biçimindeki bellekler onların varlıklarıydı. Sonra ne oldu? Sonra karşılıklı ilişkilere girdiler, kendileri ve ötekilerle iş birliğinde yeni özellikler kazandılar. Biyolojik moleküler düzeye gelindiğinde varlık düzeyi değişiyor: Artık doğal varlık “tinsel varlık” biçimine dönüşüyor. Belleği ile varlığının birliği özdeşliği değil—atomdaki gibi değil—şimik ilişkilerdeki öteki ile olan alışverişindeki değişim arayışında kalma değil, organize olma. Ne için? Yeni bir atomsal düzeyde durmak için mi? Yeni bir bellek, varlık özdeşliğinde kalmak için mi? Ki gözlüyoruz, hayır. Ne oluyor? Çok ilginç bir şey oluyor ve işte orada bütün doğa amacına ulaştı diyebiliriz. Onun için insan doğanın son ucudur diyebiliriz, organizma düzeyinde, o nedir? İşlevdir. Doğa burada kendinden, kendi için, özgül ayrıma uğruyor.

Doğa, kendine özdeş bir varlık olmaktan, kendi için varlık olduğunda, o bir olasılık varlığı biçimini almıştır. Örgütlenmesinin son aşamasında, bilme ve yapabilme işlevi ortaya çıkmıştır. Artık o, belirli olan değil, olacak olan bir varlıktır. Bir yanıyla—doğal yan—“var”, diğer yanıyla—işlevsel yan—“yok” olan bir noktada durmaktadır. Kendi varlığıyla kendi işlevselliği arasında bir ayrım, bir karşıtlık ve bir birlik. Bu özgün varlık insan beynidir. Beyne bağlı organlarımızdan gözü örnek alalım: Gözün bütün örgütlenmesi “görme işlevi” içindir. Görme işlevinden yoksun göz sadece bir et parçasıdır. Peki göz neyi görecektir? Bu onun olasılığıdır.

Mustafa Alagöz’ün sözünü ettiği, geometrik diziliş gerçekten de önemli, atomların, örneğin karbon atomlarından oluşmasına karşın, geometrik dizilişlerinden dolayı—iç ilişkiler—farklı bellekler, elmas, kömür vb. gibi farklı bellekler oluştururlar. Ama bu işlevin ortaya çıkmasındaki durumdan daha alt düzeydedir. Elmas olduktan sonra elmasın bir işlevi, elmas olma niteliğini aşan, kendi varlığı ile özdeş olmayan bir işlevi var mı? Yok. Bilmem anlatabildim mi. Ama göz öyle değil. Göz öyle bir örgütleniyor ki, görme işlevini gerçekleştiriyor. Şimdi tersten düşünelim. Yani, gözü bütün bu sistemin içinden çıkartalım masanın üzerine koyalım. Artık o göz değildir. Kavramsal açıdan, yani işlevi bağlamında kavramlaştırdığımız için artık o sadece böyolojik bir hücre yığınıdır. Onun içinde şimik reaksiyonlar hâlâ vardır. Atom bellekleri hâlâ orada durmaktadır. Ama sistemden kopmuştur. Şimdi size asıl işlevin nereden geldiğini hatırlatmak için bazı örnekler vereyim: Tersten düşünmezsek bunları bulamıyoruz. Biliyorsunuz tıp biliminde de bu böyledir. İnsan sağlığını tanımlamaya kalktığınızda, hastalıklardan hareket edersiniz. Hastalıkları tanımladığınız ölçüde sağlıktan söz ediyorsunuzdur. Çünkü onun dışında karşınızda bir varlık var, ona sağlıklı diyorsunuz. Ne demek bu? Yani ne olunca öyle oldu. Hah, işte ne olmadıklarından hareketle ne olduğunu söylemek zorundasınız. Anlama açısından bu böyle. O zaman da bu işlevin ne olduğunu anlamak için, yani şimik reaksiyonları duruyor, atomlar hâlâ oradaysa ve artık o hücrede biyolojik bir hücre olduğu halde yani örgütlenmiş, olduğu halde neden görmüyor sorusu, işte onu oradan kopardığınız zaman karşınıza çıkıyor. Neden? Çünkü dizgeden (sistem) bağını kopardınız. Burası ilgi çekici bir yer. Son uçtaki işlev gökten gelmiyor demek istiyorum. Ruhlar getirip oraya koymadı onu. Doğanın kendi niteliğindeki bir şey açığa çıktı. Ama ne zaman çıkıyor açığa? Şimik düzeyde çıkmıyor. Atom düzeyinde çıkmıyor. En uç nokta olduğunu nasıl söylersin? İşlev olduğu için söylüyorum. Kendi varlığı ile belleğinin özdeşliğinden çıktığı için söylüyorum. Farklılaştığı için söylüyorum. Peki ne var orada?...Sistemde olsaydı ne olmuştuda, dışarı çıkınca ne oldu? Bunu gözlediğimiz zaman böyolojik olarak, anatomik düzeyde, her türlü bilimsellik, yani bilimsel gerçeklik bunun için yeterlidir. Onun için farklı şeyler yani metafizik şeyler aramıyorum. Hiç gerek yor, çünkü bilimsellik bunun için yeterli. Eğer yeni bir şey aramaya kalkıyorsam, elimdeki veriler yeterli değildir. Başka bir disiplin arıyorsam, elimdeki disiplinlerin verileri yeterli değildi de yapıyorum. Yeterliyse ve onun dışında başka bir şey arıyorsam, o zaman kendi bilgisizliğimi sorgulamam gerekir. Burada bilimsel gerçeklik yeterli. Sistem ne demek. Sistem. Varlığın kendisinden söz ederek sistem. biyolojik, varlığın kendisinden söz ederek sistem. Baktığımız zaman bunu da yine tersten düşünelim.

Uyuşturduğunuz zaman beyninizi şu veya bu şekilde, bu işler oluyor mu? Bu kez sistemi kavramak için, biyolojik örgütlenme, beden duruyor. Şimik reaksiyonlar tamam. Gözü de yerinde çıkartmadık, o da duruyor, ama görme işlevini engelleyecek bir uyuşturmaya, bir narkoza baş vurduğumda, görme işlevi yine kalktı. Bu çok derin bir konu. Derinliği lafı, anlaşılmaz mânâsında değil. Çok şey söylemek gereken, birikimleri çok fazla kullanmak gereken bur konu, ama ben global gitmeye çalışıyorum. Zaten sizin birikimleriniz bunu değerlendirmeye yeterli diye düşünerek söylüyorum. Burada bloke ettiğimiz ne? Bloke ettiğimiz iletişim mi? Eğer iletişimi, yani organizmanın kendi iç ilişkilerini, iletişimini bloke ediyorsak, iletişim ile ilgiliyiz demektir. Nitekim öyle olan safhası var mı? Var. diyelim ki sinir akımlarının ki iletişimi sağlayan, sadece sinir sistemi değil. Hücrelerin kendi arasında membranlarından da iletişim, şimik, hormonal iletişim yaptığını biliyoruz, ama anlaşılsın diye, daha kolay anlaşılsın diye sinir sistemine yükleyelim bu görevi. Sinir sistemi bütün bu hücreler arasındaki ilişkileri yaparken, biz onu bloke ettiğimizde o işlevler, artık duyma ve görme işlevleri olamıyor. Demek ki ilişkiler belirleyici. Ama narkotik durumlarda, bilimsel olarak şunu da görüyoruz. İlişkilerin yani iletişimin hiç birini kesmediğimiz halde; bu bazen hipnozlarda da olur. Daha çok da hipnozda bunu görebiliriz. İletişim tamam. Yani organik iletişim var. ama görme yine yok. Bu ne. Bu bize ne söylüyor. Burada çok ilginç bir şey daha var. bu görme işlevinin—sadece ona odaklanarak anlatıyorum, bunu çok daha zenginleştirebilirsiniz, diğer organlara da yansıtabilirsiniz, ama bir tanenin üzerinde yürüyelim şimdi—sadece fizikoşimik, atom bellekleri ile ilişkisi, sadece organik, biyolojik moleküler bir birikim olmadığını ve onun arkasında bir ilişkiler ağının, bir iletişim ağının, ama bunu da yeterli olmadığını, bloke etmelerle görüyoruz ki, bu işlevi yapacak başka bir şeyin de gerekli olduğunu düşünüyoruz burada. Bu ne olabilir? Biz o zaman hipnozla neyi kaldırıyoruz ortadan. Şuuru kaldırıyoruz. Şimdi orada karşımıza ilginç bir şey çıkıyor. Görme işlevinin salt organik bir sonuç olmadığını, orada şuur denen—o ne demekse, şimdi onu konuşmak lazım—ayrı bir fonksiyonun, ayrı bir işlevin belirlenimi altında olduğunu görüyoruz. Kulak için de bu böyle, biliyorsunuz. Beş duyumuz için kullanabilirsiniz bunları. Hepsi için bu böyle. Allah Allah yani şuuru ben hipnoz edersem dil tat alamaz! Bütün ilişkiler var. bütün fizikoşimik şeyler var...O zaman işlevleri kendisinde toplayan ve anlamlandıran bir işlevden söz ediyoruz. Beyine geri dönelim şimdi. Beyin örgütlenmesi—yine bu anlattığımız bütün süreçleri göz önüne alarak—doğanın öyle bir örgütlenmesidir ki, onun işlevi, bütün doğa gelip, örgütlenip kendisinden öyle bir işleve yapıyor ki, bu işlev onun organik varlığıyla, mekanik varlığıyla, şimik varlığıyla özdeş kalmışor. O onun belleği ile varlığının özdeşliğinden çıkıyor. Ve bütün diğer işlevlerin anlamlandırıcılığına ulaşıyor: “Doğa anlama ulaştı”. Bunu yapan nedir? Bir önceki göz incelemesinde gide gide biz beynin kendisine gittik. Yani beynin ürünü olan şuur, tartışması olmasa bile beynin kendisine gittik, hiç olmazsa. O zaman burada, hiç olmazsa beynin ne demek olduğunu, nasıl bir şey olduğunu —ne açıdan, işlev açısından—kavramamız, bize gözün işlevini anlamlı kılıyor onu yapabilirsek. Ama beyninkini nasıl anlayacağız beyin öyle bir organ ki, göz onunla anlamlı oluyor, ama beynin kendisi? Onu nereye taşıyacağız, başka bir referansı var mı? Başka bir referansta kendine bir dayanak mı bulacak? Burası metafizik bir alan açıyor mu önümüzde, ben düşünmüyorum. Açmıyor. Hâlâ bilimsel gerçeklikte kalabiliyoruz. Nedir o? Bütün kozmik evren tasarımını, tasarlamaya, düşünmeye ve ilişkilerini nesnel gerçeklikler açısından da araştırmaya başlasak, biz ona bütünsel olarak ulaşamayız. Dolaysıyla ister istemez evren tasarımı içinde metafiziğe baş vurmak zorunda kalırız. Bu metafizik şu anlamda, yani tasarımlar, en azında kendisini tespit etmediğimiz tasarımlar üretiriz. Ama kozmik evren ilişkilerinin nasıl ve ne menem şeyler olduğunun üzerine bu şekilde, dışa yönelten böyle bir metafizik bakış açısına ben gerek duymuyorum...Beynin kendisinde yoğunlaşmayı ben yeterli görüyorum. Neden? Çünkü görüyorum ki, doğanın evriminde uç basamak, işlevsel olarak kendini farklılıştırma yeri, beyin. O zaman doğanın daha alt kademelerindeki mekanik ilişkilerinin zenginliği veya ufuklarının daha fazla olması pek fazla bir şey ifade etmiyor. Onun yoğunlaşıp geldiği son uç noktadaki doğa, asıl doğa o. Şöyle diyelim, ben gidip de filan galaksilerin oradaki yapılarını, şimik olaylarını, fizik olaylarını bilseydim eğer, işte daha ileri bir bilgi elde edecektim gibi bir beklentim yok burada. Çünkü doğa beyin noktasında kendini aşıyor. Diğer bütün metaryaller, doğadaki bütün materyaller, geri kıpılardır. Bütünsel doğayı aradığımda bu insan beynidir. O zaman benim işim beyinle. Doğayı bütünsel biliş beyni bilmektir. Beyni hangi yönüyle inceliyorum? İşlevsel yönüyle. Yani diğer işlevleri anlamlı kılan işlev, en temel işlev, beynin işlevi. Şimdi bu nedir? Nasıl bir şeydir? Ve bunun doğurduğu sorunlar nedir? Bizim en temel varlık sorunumuz, sanki belki de bir bağlamda böyle ele alınabilir gibi geliyor bana. Çünkü hep psişik inceliyoruz, tarihsel inceliyoruz, sosyal inceliyoruz, felsefî inceliyoruz, ama bir de böyle nesnel doğanın gerçekliğinin, alegorik de olsa yansıtılmasından bakalım. Var olanların birliği olarak “evren” ya da “insan beyni”nden söz ediyorum. Çünkü, varoluşun bütün olanakları insan beyninde.

(Arada konuşmalarla kesiliyor.) İşlevselliği, kavrarsak burası yeterli bir alandır. Bunu ısrarla söylüyorum, yılmayalım burada, metafiziğe kaçmayalım, gerek yok. Nesnel gerçeklik, burada, bu noktada, bizi çok aydınlatıcıdır.

Göz kavramı, gözün görme işlevine ulaşan örgenselliği (örgütlenmesi) ile oluşur. Beyin olmaksızın görme yok.

(Gene konuşmalarla kesiliyor) Bu beynin işlevselliği noktasında, biraz birazcık duralım. Haklıdırlar da, çünkü bilimsel bilgiyi yeteri kadar örgütleyip felsefî bir noktada kimse kullanmıyor ya da az kişi kullanıyor. Dolayısıyla halk arasında spekülasyon, bilimsel gerçekliğe galip geldi. İnsanlar spekülasyonla ugraşmayı daha özgür alan gibi görüyor, daha çok fikir üreteceği bir alan gibi görüyor. Ama zeminsiz, ama kavramsız uçuk kaçık ve derdine de hiç çare olmayacak şekilde...
bugünkü bilimsel bilgi, anlamlı olabilecek, yani o arayışlara, anlamlı çare olabilecek bir noktadadır. Ama bu bilimsel bilgiyi örgütlemek ve bu şekilde kullanmaya yönelik bir gayret gerekiyor sadece.

Batılı bir filozof diyor ki: “Günümüzde bilgi, uzmanlık bilgisidi. Her disiplin kendi uzmanlık alanında çok ve derin bilgi üretmiştir; ancak uzmanlıklar arası ilişkiler kopma noktasına gelmiştir. Artık üretilmiş bilgileri organize edecek, değerlendirecek beyinlere ihtiyacımız var.”

O halde soralım kendimize: Var olan bilgileri, yeteri kadar değerlendirebiliyor muyuz ki, başka bir şey arıyoruz?

İşlev olduğu yerde programdan söz ediyoruz. Programdan anladığım bu. İşlev yoksa programdan söz etmiyorum. Atom da bir program değil mi? Hayır, değil. O bir özdeşliktir. O bir bellek. Onun işlevinden değil, ilişkisinden söz edebiliriz. İşlev, varlık düzeyini nitel olarak değiştiren bir iştir. Toplumsal düzeyde buna “eylem” denir. Eylem, insaların organizması ile özdeş bir şey değildir, onların organizmalarının toplamı değildir, nicel bir toplam değildir, o, nitel bir dönüşümdür. İnsanlar bir araya gelirler ve bir amaç doğrultusunda örgütlenerek eylemde bulunurlar. İşte bu eylemde ki doğa varlığını ekin varlığına dönüştürür. Toplumsal düzeydeki eylem veya bireysel düzeydeki edim, burada söylediğim organizmanın işlevi, örneğin, görme işlevi aynı tip bir niteliği vurgular. Burada işlevin kendisi bir erek, program, organizmanın kendisi, işleve dönüştüğünde, örneğin görme işlevi olduğunda, erek ne? Görmenin kendisi. Ayrı bir amaç yükleyemezsiniz. Çünkü işlevi, onun eregidir.

Evet, şimdi bunun arka planına dönüp tekrar bakalım. Hangi göz için beyin arka tasarı ve ilişkileri vardı. Bir de beynin arkasındaki ilişkilere dönüp bakalım. Yani kozmik yapıya dönüp bakalım. Nesnel gerçekliğin kendisinde var olanın dışlaşması olduğunu kavramak adına, evren ya da beyin; çekirdek ya da ağaç; bir iletişim dizgesinin elektromanyetik dalgaları olarak ya da dalgalarla bilgi alış verişinden başka bir şey değildir. Şimdi buna işlenmediği taktirde, yansımalı, yani üzerine düşünmeli olmadığı taktirde, yalnızca bilgi datalarının akışı diye de bakabiliriz. Peki datalar burada ne? Kozmik düzeyi konuşuyoruz. Datalar, varlığın varoluşa dönüştüğünde, atomize olduğu zamanki bellekleri, kendileri ile özdeş olan elementer bellekleri ile onlaran arasındaki ilişkilerin tümünden söz ediyoruz. Başka bir deyişle kosmosun bütün iç ilişkileri, iletişimleri birbirlerine sürekli kendilerinden bilgi aktaran sistem olarak düşünüldüğünde, bunun bütünü, tamamı beyindir ki işleve dönüşebiliror. Yoksa işleve asla dönüşemezdi. O zaman size bir özdeşlik gösterdim, Kozmos ile beyin özdeşliği! Beynin işlevi, düşünme edimi bütün varlığı ile kozmosun bir edimidir. Kozmos düşünüyor.

Şimdi burası sınır bir nokta. Daha doğrusu çok basit günlük yaptığımız bir işi, görme işini, düşünme işini yatırdık masanın üzerine, düşündük. Var olan bir şey üzerine düşündük, arka tasarında dehşetli ber şey ile karşılaştık. Ben yeteri kadar da besleyemedim bu anlatımı. Yeteri kadar beslesem daha netleşecek! Bilimsel verileri, yeteri kadar kullanabilirsek. Bilim dışında bir arayışa girmeden. Bu düşünce alanı, var olanın üzerine bu yeğin düşünce, size kendi özdeşliğinizin işlevi ile kendinize bakmayı getirecektir. Yani doğa kendisine, kendisinin bütünsel ilişkisi ile dönüp baktığında, bütün süreçleri fark edebilir. Kişi bütünsel ilişkiyi kavramazsa onu gerçekleştiremez.

Bu söyleşiyi bu noktada bırakacağım. Bunu sürdürmek için, eğer tekrar bu ortamı kurma gereksinimi duymazsak, yani şu noktayı yeteri kadar tefekkür edip düşünüp besleyerek belki daha da kuvvetlerdirirsek burdan öte, işte bu işlevin, bütün evrenin davranışı olan ve her bireyden kendisini böylesine gerçekleştiren bu işlevin, o Einstein’ın söylediği noktada ki, saf enerji noktasında kendisini şuur olarak üretip üretemeyeceği ile ilgili bir boyutu da, yani o işlevin kendisinin içsel yapısını analiz edecek bir konuşmayı da paylaşabiliriz.
Sevgi ve Saygıyla...
 

Metin Bobaroğlu


 

Yorumlar - Yorum Yaz
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.185534.3225
Euro37.021537.1698
Ne güzeldir,sessizlikte birlikte olmak
Daha da güzeldir, gülmek birlikte
Cennetin ipekten şalı altında
Yosunlara ve kayın ağaçlarına yaslanarak,
Kahkahamız kadar yüksek sesli olduğunu dosluğumuzun
Gösteriyor dişlerimizin beyazlığı.
F. Nietzche