1- İNTERAKTİF ROMAN
Uçağının kalkmasına saatler vardı. Vakit geçirmek için Roma sokaklarında dolaşırken birden yağmur bastırdı. O sırada Sentido adlı sinema salonunun önündeydi ve afişlere bakarken kendini seyirciler arasında buldu. Salon dolu olduğu için biletini en arka sıradan alabilmişti. Oturduğu yer makinistin odasından açılan o sihirli küçük pencerenin önündeydi. Sinema makinesinin sesini rahatlıkla duyabiliyordu. Bu sesi çok severdi. Henüz beyaz perdeye yansıyan reklamlar izlenirken o, makinen sesiyle adeta büyülendi ve anılar arasında bir yolculuğa çıktı.
Ses, ona “İzmir” adını veren dedesini ve dedesinin sahibi olduğu açıkhava sinemasını hatırlamıştı. Çocukluğunda onlarca film izlemişti dedesinin yanında. Makinenin kömürü bittiği için yarıda kalan görüntüler, kopan filmler ile birlikte gelen ıslıklamalar, alkışlar, mahallenin çocuklarını içeri parasız soktuğu seanslar ve sinemada mısır sattığı günler gelip geçti aklından. O günlerde dedesinden öğrenmişti; makineden saniyede 24 kare geçtiğini, bir filmin kopyasının ömrünün 150’ye yakın gösterimden oluştuğunu…
Hepsinden öte dedesiyle ne kadar güzel vakit geçirdiğini anımsadı. Ardından da, “Çok şanslı bir çocukluk dönemi geçirdim” diye düşündü.
Sonra film başladı… Ve tekrar gerçek hayata döndü. Oysa bir film başlar ve sizi hayattan çekip alırdı…
Beyaz perdede kareler akıyor ancak İzmir, filme bir türlü odaklanamıyordu. 2.5 yıldır İtalya’daydı ve artık ülkesine, adını aldığı kente dönüyordu. Sinema üzerine yaptığı yüksek lisansı tamamlamış, bu arada birkaç filmin kamera arkasında yer almıştı. Ama istediği işi bulamamış ve hiç para kazanamamıştı. Bunun yanı sıra birkaç yıl önce annesini kaybeden İzmir’in babasında da alzheimer belirtileri son zamanlarda artmıştı. Geri dönmekten başka çare göremiyordu.
Roma ile ilgi içinde kalan tek ukde de Stefano Callerio adındaki yakışıklı İtalyan ressamdı. Keskin ve sivri hatları olan, etkileyici bakışlara sahip esmer, uzun boylu, yeşil gözlü bir adamdı Stefano Callerio… Arkadaşları ona Blu diyordu... "Gizemli adam" demenin arkadaşçasıydı... İzmir, onu senaryosunu yazıp yönettiği filmi sayesinde tanımıştı. Film, Coliseum yakınında çekilirken Stefano da o civardaki bir tarihi yapıda restorasyon yapan ekibin içinde yer alıyordu. İşe verilen aradan yararlanan Stefano bir duvarın üzerine oturmuş uzaktan çekimleri izliyordu.
Film çekimi sırasında bir kaza oldu ve yan rollerden birini oynayan oyuncu yaralandı. Oyuncu ambulansla hastaneye kaldırılırken onun yerine birini bulmak; büyük hayalleri olan, küçük bütçeli filmin yönetmeni İzmir’e düşmüştü. Önemli bir roldü ve bu tarihi mekanda çekim yapmak için çok zor izin alındığından hemen bir oyuncuya ihtiyaç vardı. Çekimleri ertelemek zaman ve para kaybı anlamına geliyordu. Telefonla birçok oyuncu arandı ama acilen oraya gelebilecek kimse bulunamıyordu. Bu sırada İzmir’in gözleri duvarın üzerinde oturan ressam gence takıldı. Bir sütuna sırtına dayamış Temmuz aynın bu en sıcak gününde gölgede dinlenmenin tadını çıkarıyor gibi görünüyordu. Cesaretini toplayıp gencin yanına giderek tüm şirinliğini takınıp, ellerini bir Hıristiyan’ın dua ederken yaptığı gibi birleştirerek, kırık İtalyancasıyla yanına gittiği gence durumu anlattı. Stefano, gözlerini İzmir’den hiç ayırmadı ve sözleri bittikten sonra bir süre daha ona bakmayı sürdürdü oturduğu yerden. O an İzmir’in bacakları titrerken sırtından soğuk terler akıyordu. Gülümsedi Stefano ve “Sanırım yapabilirim. Ama bir şartım var” dedi.
- Nedir şartın?
- İş bitiminde bana yemek ısmarlayacaksın.
Bu cevap karşısında gözleri parladı İzmir’in… “Olur” dedi sadece…
Çekimler sırasında her şey yolunda gitmişti. İşler tamamlandığında da İzmir söz verdiği gibi Stefano ile yemeğe çıktı… Sevmişti ruhları birbirini. Öyle ki 2 hafta süren çekimler boyunca da hemen hemen her gün görüştüler. Daha sonrasında 3 ay boyunca hiç ayrılmadılar.
Bu süre içinde okulunu bitiren İzmir, bir yandan çektiği filmle uğraşıp, bir yandan da çalıştığı reklam ajansına gidip geliyordu. Stefano’nun kafası da İtalya’da açtığı başarılı sergilerden sonra Fransa’dan aldığı ilginç bir teklifle meşguldü. Eserlerini beğenen bir küratör, kendisine ülkenin güneyinde yer alan Cannes şehrinde önemli bir sergi salonunda açılacak karma sergide yer almasını teklif etmişti. Stefano, gelen bir teklif ile hayallerine bir adım daha yaklaşacağını düşünüyordu. Mayıs ayında açılacak sergi, dünyada öne çıkan 5 genç ressamın “Aşk” üzerine yaptıkları resimler üzerine kurulacaktı. Her bir ressam en az 5 tabloyla katılacaktı. Stefano’nun da aralarında bulunduğu bu 5 ressama, sergi için önceden bir bedel bile ödendi. O günlerde üretmekte sıkıntı çeken Stefano, sergi için ne çizeceğine karar vermeye çalışıyordu. Yaptığı çalışmaları da kimi zaman İzmir’le de paylaşıyordu. Ama yaptıklarını beğenmiyordu. Bunun için de içten içe bir acı çekmekteydi. Birçok tabloyu daha tamamlanmadan çöpe atmıştı. İstediği gibi olmuyor, yansıtmak istediği duyguyu yakalayamıyordu. Bu arada serginin açılması için kalan süre de giderek tükeniyordu. Bu süreç Stefano’yu yordu.
Bir gün kentin kuzeyinde yer alan Roma Müzik Parkı'nda gezerlerken İzmir bir bankı gösterip Stefano'nun elinden tuttu ve onu banka sürükledi. Birlikte oturur oturmaz Stefano İzmir'i ellerini avuçlarına alıp gözlerinin içine bakarak, "Seni çok ama çok sevmeme katlanabilir misin?" diye sordu... İzmir, gülümsedi ve küçük bir kız çocuğu gibi ayağa kalktı ve döne döne önündeki küçük havuza yaklaşıp, önündeki heykele asıldı ve "Çok ama çok sevmeyeceksen beni, zaten hiç sevme" dedi.
Son görüşmelerinde İzmir boynundaki kolyeyi çıkararak Stefano’ya armağan etti. Ve sıkı sıkı sarılarak yanaklarından öptü. Kolyenin ucunda bir deniz kabuğu vardı sadece. Stefano, o zaman anlam verememişti bu veda seremonisine. İzmir, ise ayrılık anlarını sevmezdi. Söyleyememişti görevinden ayrıldığını ve Türkiye’ye, İzmir’e dönüş yapacağını.
O gün, Roma’da son kez bir araya gelmişlerdi. Şimdi, İstanbul aktarmalı uçağının kalkmasına az bir zaman kalmıştı.
Sinemadan çıktıktan sonra bir taksiye atlayıp doğru havaalanına gitti. Yolda İzmir’den ayrılırken de yağmur yağdığını ve annesini kendisine evden çıkarken ortamdaki hüznü az da olsa dağıtmak için söylediğini hissettiği sözler geldi. Gözyaşlarını hakim olmaya çalışan annesi, “Bak senin gidişine İzmir bile ağlıyor” demişti.
Kendi kendine, “Yoksa şimdi ağlama sırası Roma’da mı?” diyerek gülümsedi.
Bu sırada Stefano, Via del Corso’daki bir kafede arkadaşları ile sohbet ediyordu. Mekandan ayrılırken kapıda İzmir’in hem iş arkadaşı hem de ev arkadaşı olan Alins’i gördü.
- Merhaba nasılsın?
- İyiyim, ya sen?
- Bende iyiyim sağol?
- İzmir’i uğurlamaya gitmedin mi?
- Haberim yok. İzmir bir yere mi gitti?
- Evet. İşten ayrıldı. Türkiye’ye dönüyor.
- Bana hiçbir şey söylemedi.
- Ben biliyorsundur diye düşünmüştüm.
- Hayır söylemedi. Ne zaman kalkıyor uçağı biliyor musun?
- Evet. Yaklaşık 20 dakika sonra.
Stefano, hemen bir taksiye atladı ve havaalanına gitti. Yol boyunca da cep telefonuyla İzmir’i aradı. Ama İzmir telefonunu kapatmıştı. Şimdi, İzmir’in son görüşmelerindeki davranışlarının nedenini anlayabiliyordu. Ona sarılışı, bakışları ve armağan ettiği deniz kabuklu kolye… Fiumicino ülkenin en büyük havaalanıydı ve orada İzmir’i bulup neden ülkeden gittiğini, onu bir daha nasıl görebileceğini öğrenmek istiyordu.
Havaalanın önünde durduklarında Stefano taksiden indi ve hemen dış hatlar terminaline doğru koşmaya başladı. Son bir kez İzmir’i görebilmeyi umuyordu.
O sırada İzmir de eşyalarını bagaja vermiş ve diğer yolcularla birlikte terminalin son kontrol noktasına doğru yürümeye başlamıştı.
Stefano, İstanbul uçağının hangi kapıya yanaşacağını öğrenir öğrenmez o tarafa doğru koşmaya başladı.
Ancak artık çok geçti, İzmir uçağa binmiş ve biraz arandıktan sonra yerini bulmuştu. O valizini yerleştirirken Stefano kapıların kapanışını çaresiz bakışlarla takip etti. Artık tek yapabileceği uçağın kalkışını ve gökyüzünde kayboluşunu izlemekti.
İzmir, dalgın dalgın uçağın penceresinden bakarken, yanındaki yaşlı kadın gülümseyerek ve Türkçe olarak, “Çok etkileyici bir şehir değil mi? Güzel anılarının olduğu ve bir daha geri döneme ihtimalinin zor gözüktüğü bir kenti geride bırakmak zordur” dedi. Hemen ardından da, “Ama daha da zor olanı geride sevdiğin bir insanı bırakmaktır” diye ekledi.
(
(İzmir, yolculuk boyunca hemen yanında oturan Saadet isimli kadınla sohbet etti. Konuşurlarken zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmadılar. Saadet Hanım, uçak inişe geçmeden İzmir’i çok sevdiğini ve oğlunun İstanbul’da bir reklam ajansının olduğunu vurgulayarak isterse kendisine oğlunun telefonunu verebileceğini söyledi. Konuşmaları sırasında da onun reklam filmlerinde çok rahat yer alabileceğini dillendirmişti. Oysa bir süre İzmir’in İstanbul’a gitmek gibi niyeti yoktu. Ama bu sevimli ihtiyarı kırmak da istemiyordu. Kadının oğluna ait olan kartviziti aldı, çantasına koydu.
- Sen de bana telefonunu vermeyecek misin?
İzmir, biraz şaşırarak, “Elbette… Ancak uzun süre yurtdışında olduğum için bir cep telefonum yok. Size ancak ailemle birlikte yaşadığım ev telefonun verebilirim” dedi. Sonra da çantasından kağıt kalem bularak ev telefonunu yazdı. Uçakta birkaç yolcu ve onlar kalmıştı. Onlar da eşyalarını alıp uçaktan ayrıldılar.
İzmir, havaalanında aktarma yaptıktan 45 dakika sonra adaşı olan kente ayakbastı. Özlemişti, babasını, arkadaşlarını ve doğup büyüdüğü kenti. En son bir yılbaşı gecesi kaybettiği annesi için gelmişti. Havalimanından Güzelyalı’ya uzanan yolda her yapıyı tek tek inceledi. Gözleri nelerin değişip nelerin değişmediğini taradı. Körfez’e yaklaştıklarında güneş batmak üzereydi. Ne güzel batardı güneş İzmir’de, gün ne de güzel teslim ederdi kendini geceye.
İtalya’dan döndükten sonra bir hafta geçti… İzmir, bu süre içinde neredeyse her akşam arkadaşlarıyla dışarı çıktı. Babasıyla zaman geçirdi. Çok geç vakit eve döndüğü bir gecenin sabahında kendisini odasında, yatağının içinde kıvrılmış bir halde geleceğini düşünürken buldu. Şimdi ne olacaktı? Ne yapmalıydı? İtalya’da yüksek lisans yapmış, İngilizce ve İtalyanca bilen genç bir insandı. İzmir’de ne yapabilirdi? Sonra her zaman olduğu gibi büyük filmlerin yönetmeni olabilmenin hayallerine daldı. Önce yaptığı filmin montajını bitirmeliydi.
Filmin ismi ‘Sensiz Ölümdür Aşk’tı… Çektiği filminde; 16 yaşında tecavüze uğrayıp, tecavüzcüsüyle evlenmemek için İtalya’ya kaçan bir kızın hayatını anlatmıştı. Kızın peşinde hem tecavüzcüsünün akrabaları hem de kendi akrabaları vardı. Oysa o, teyzesinin bir arkadaşının evinde kalırken her gün geçtiği Venedik Meydanı’nda küçük sihirbazlık numaraları ile para kazanmaya çalışan bir İtalyan gencine aşık olmuştu…
“Stefano” diyerek gülümsedi birden… Stefano, filmde bu sihirbazı oynamıştı. “Şimdi ne yapıyor acaba?” diye geçirdi aklından.
O sırada evin telefonu çaldı. Telefona koşarak yetişebildi.
- İzmir’le mi konuşuyorum?
- Evet… Siz kimsiniz?
- Ben Onur Akçan... Saadet Hanım'ın oğlu… Annem bahsetmişti sizden. İzmir’de bir reklam filmi çekmek istiyorum. İzmirli bir yönetmene ihtiyacım var. Bana yardımcı olabileceğinizi düşündüm. Annem de bunu çok ister eminim.
- Afedersiniz ama çok şaşırdım… Neden başka bir yönetmen değil de ben? Hem İzmir’e yeni geldim sayılır…
- Biliyorum… Reklam filmimiz, çalıştığım yönetmenlerin çalışma planlarına uymadı. Zaten 2 gün sürecek olan bir çalışma.
- Gerçi şu günlerde yaptığım bir iş de yok ama… Neyse, önce projenizi dinlemek isterim.
- Ben yarın İzmir’de olacağım. Eğer isterseniz bir yerde buluşup sizinle bu konu hakkında konuşabiliriz. O zaman tüm sorularınızı yanıtlarım.
- Evet iyi olur.
- Tamam o zaman. Saat 14.00’te Alsancak’ta Sevinç Pastanesi’nin önünde buluşalım.
- Peki…
Ertesi gün saat iki de buluştular. Onur, kendine güvenen uzun boylu, kumral ve çok güzel bir yüze sahip olan bu kadını daha görür görmez çok etkilenmişti. Daha tanıştıkları ilk dakikalarda İzmir’in sıcakkanlı tavırları, rahatlığı, gülümsemesi çok hoşuna gitmişti. Annesinin bu kızı kendisine bu kadar övmesinin boşuna olmadığını anladı. Annesinin de dediği gibi artık evlenme yaşı gelmişti. İstanbul’da bir türlü aradığı kişiyi bulamamıştı. İzmir belki ona şans getirirdi. Bir süredir kendini bu kadar keyifli hissetmemişti.)
(Zafer Özkan / AYDIN)
(Stefano, havaalanından eve dönerken taksinin penceresinden uzaklara daldı gitti. Öyle ki evinin önünden geçtikten bir süre sonra yanlış bir yöne doğru gittiklerini fark etti ve aracı durdurarak indi.
Yürürken midesi kasılıyordu sanki. Acı güçlendiği vakit, göğsüyle midesi arasındaki boşluğa yayıldı. Sanki içine bir tornavida ya da kızgın bir demir sokulmuş, içeriden kanırtılıyormuş gibi hissediyordu. Midesinden başlayarak bütün karnına keskin, asitli bir sıvı birikiyor, sanki yakıcı ve yapışkan küçük denizyıldızları, iç organlarına yapışıyordu. Onu düşündükçe artan arzu, onu bir an önce yeniden görme isteği boğazını sıkmaya başlıyordu. Kalbi ezilen bir kola kutusuna dönüşüyordu sanki. Hayalleri kırılmıştı. Bedeninden öfkeyle inilti arasında bir ses çıktı evine çıkan merdivenlerde yürürken. Elini sertçe apartmanın duvarına vurdu ve basamakları çıkmaya devam etti. Özlem, bir serum şişesinden kanına karışır gibi yavaş yavaş içine yerleşiyordu.
Evinin kapısını açarken “Hepsi geçecek zamanla” dedi ve ekledi, “Şu tarifsiz mide ağrısı, şu yitirmenin, kaybetmenin verdiği içimdeki sızı, zihnimde yayılan yalnız ve yoksun kalma hali… Geçecek şu kırılan, aldatılan kalbin küskünlüğü, çaresizliği, hal bilmezliği, isteme hatta diretme ve zorlama hali… Hepsi geçecek…”
Kapıda köpeği “Gıcık” bekliyordu… Acıkmış ve anlaşılan biraz gezinti istiyordu.
- Gıcıksın… Hep kendini düşünüyorsun.
- Hav
- Tamam tamam haklısın… Yanımda olman yeterli benim sevimli dostum… Hadi biraz dolaşalım…
Köpeği ile sokağa indiklerinde Gıcık, yanlarından geçmekte olan bir kıza havladı. Oysa bir Golden olan Gıcık, kimseye havlamazdı. Hatta bir seferinde komşu kapısını çalıp, “Köpeğiniz çok havlıyor. Lütfen onu susturun” dediğinde gülmekten neredeyse ölecekti. Zor da olsa, komşusuna aslında havlayanın kendisi olduğunu, hiç havlamayan Gıcık’a havlamayı kendisinin öğretmeye çalıştığını anlatmaya çalışmıştı. Zaten, Stefano bu olaydan sonra köpeğine ‘Gıcık’ demeye başlamıştı. İzmir bu ismi duyduğunda çok gülmüştü ve “Bu yavruya bence hiç yakışmamış” demişti. Oysa, inatçı bir köpekti ‘Gıcık.’ Stefano bunu bilmesine rağmen sesini çıkarmadı. İzmir’in onu tanıyarak düşüncelerini değiştireceğini biliyordu.
Gıcık kıza havlarken sanki Stefano’nun neler hissettiğini anlamış, tepkisini de karşılarına çıkan ilk kıza göstermişti. Stefano biraz şaşırmakla birlikte, “İşte erkek dayanışması” diyerek biraz gülümsedi. Ama yeniden İzmir’in yüzü gözünün önüne geldi. İzmir, Gıcık’a bayılmış, birbirlerini çok sevmişlerdi.
Bir sabah Stefano uyandığında İzmir yanında göremedi. Evde de olmadığını fark edince biraz panik olmuştu. Ama tam ne yapması gerektiğini düşünürken İzmir, Gıcık’la içeri girmişti. )
(Tufan ERGENÇ / İSTANBUL)
(Bir hafta geçmişti ama Stefano, İzmir’in bu apar topar gidişini bir türlü anlayamıyordu. Ne olduğunu anlamak, bu habersiz gidişin sebebini öğrenmek istiyordu. İçinden bir ses de “İzmir’e gitmelisin” diyordu. Ama nasıl bulacaktı onu, telefonuna bile cevap vermiyordu. Roma’dan ayrılışının ardından İzmir’i internette araştırmış ama ona dair hiçbir şey bulamamıştı. Via Tucolana’daki İzmir’in okuduğu Centro Sperimentale di Cinematografia’ya giden Stefano, orada da sadece onun İzmir’deki eski ev adresine ve babasının eski cep telefonuna ulaşabilmişti.
İzmir’e gitmeliydi ama yetiştirmesi gereken resim sergisi onun bu isteğini kırıyor, sanki elini kolunu bağlıyordu. Yoksa bu ani ayrılığın nedenini öğrenmek için her şeyi yapabilirdi.
O sırada da İzmir, Onur’un anlatmakta olduğu reklam filmi projesini dinliyordu. Reklam filmi isteyen bir alışveriş merkeziydi. İnsanların dikkati, İzmir’de giderek artan bu merkezlerinden en yenisini yapan Onur’un anlattığı dev markaya yönelmeliydi. Onur’un aslında kentte yaşayan bir yönetmenden yardım istemesi pek de mantıksız değildi. İzmir, bu şehirde yaşayan insanların beklentisini daha iyi bilebilirdi. Genç ve zeki bir kadındı.
Onur projeyi anlatırken İzmir bir an dikkatini bir başka yöne kaydırdı. Onur da bunu fark etti ama anlatmaya devam etti. İzmir’in burnuna bir koku gelmişti. Bu Tiber’e çok benziyordu… Yani Stefano’nun her zaman kullandığı parfüme. Çok özel bir parfümdü bu. Stefano’nun ailesi, Stefano’nun büyük büyük dedesinden kalan bir formülle hala üretmeye devam ediyordu. Parfüm, sadece Roma’da küçük bir dükkanda satılıyordu. Tiber ismi, Roma’dan geçip denize dökülen İtalya’nın 3. en büyük nehrinden geliyordu. İzmir, bu kokuyu çok severdi.
Onur, İzmir’in yapması gerekenleri anlatırken o, kokunun nerden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Bir an içten içe Stefano’ya haber vermeden İzmir’e döndüğü için pişmanlık hissetti. Sonra aniden ayağa kalktı ve Onur’a tuvalete gideceğini söyleyip kokuyu takip etti. Kokunun biraz ilerdeki bir masada oturan ve makyajla kendini çirkinleştirmekte hayli başarılı olan bir kadından geldiğini gördü. Zaten o koku, ona yaklaştıkça giderek farklılaştı. İzmir bunu hissettiğinde güldü haline ve tekrar masaya döndü.
Onur, verilen bu aradan biraz sıkıldığını belirten bir yüz ifadesiyle reklam filmiyle ilgili olarak çalışacağı ekibin İstanbul’dan geleceğini söyledi. Ardından da İzmir’in bu işten kazanacağı parayı telaffuz etti. Ücret çok iyiydi ama İzmir, “Üzgünüm. Yapamam” diyerek başını iki yana salladı. Onur, şaşırmıştı. “Neden?” diye sordu hemen.
- Ben alışveriş merkezlerini sevmem. Açık alanları ve mahallemin bakkalını, manavını daha çok severim. O yüzden kusura bakmayın sevmediğim bir duygunun filmini çekemem.
- Parayı mı az buldunuz yoksa?
- Hayır, sanırım anlamadınız. Söylediğim gibi ben işimi severim ve onu sevmediğim bir duyguyu parlatmak için kullanamam.
- İlginç. Tamam siz nasıl istiyorsanız öyle olsun.
Masada bir an soğuk bir hava esti ama sonra İzmir, yaptığı esprilerle ortamı biraz yumuşattı. Bu arada yemekleri bitmişti. Birer kadeh daha içilen şaraptan sonra Onur biraz daha oturmakta ısrar etti. İzmir hiç istemese de masadan kalkamadı.
Sohbet ilerledikçe İzmir, “Bu Onur da ne sulu biri böyle” dedi kendi kendine. Kafayı parmağına tam olarak geçmeyen ve kemik yapısından dolayı düşmeden parmağının hemen ucunda duran küçük yüzüklerine takmıştı. Ayrıca, elbisesinin rengine, ayakkabısına ve saçını toplayışına da espriyle karışık laf etmişti. Gerekli gereksiz ne çok konuşuyor ve ne çok espri yapmaya çalışıyordu. Acaba teklifini kabul etmedi diye mi bu kadar saçmalıyordu.
Hem o değil miydi, İstanbul’dan kalkıp, annesinin talimatıyla bir iş bahanesi yaratıp onunla tanışmak isteyen! Acaba neden kendi başına birini bulamıyordu da, annesinin gösterdiği kişiye yöneliyordu? İzmir, “Annesi mahallenin teyzelerine de haber salmış olabilir mi?” diye içinden geçirirken sessizliğin doğduğu bir anda birden katıla katıla gülmeye başladı.
- Neden gülüyorsunuz, bir şey mi oldu?
- Hayır, hayır… Sorun yok… Sinirim bozuldu biraz sanırım… Ben artık kalksam sanırım iyi olacak.
Onur, biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Görüşmenin böyle sonlanacağını beklemiyordu. İzmir ise üzerinden büyük bir yük atmışçasına rahatlamıştı.
Bir taksiye binip eve gitti. Babasını yatırdıktan sonra odasına geçti. Biraz düşündükten sonra Stefano’yu arayarak onunla konuşmaya karar verdi. Eline telefonu alıp yatağına uzandı. Sonra da tuşları çevirdi. Çok heyecanlanmıştı.
O an yattığı yerde Stefano ile kaldığı ilk gecenin sabahını anımsadı. Harika bir gece geçirmişlerdi. Birbirlerinin bedenlerini keşfetmiş, sıcaklıklarını hissetmişlerdi. Stefano, uyurken İzmir onu izlemiş, çıplak bedeninde hem bakışlarını hem de ellerini gezdirmişti. Stefano’nun üzerindeki pike sadece vücudun sağ tarafını örtmüştü. Sol tarafında yatmakta olan İzmir, Stefano’nun traşsız yüzüne dokunup oradan geniş omuzlarına, gece kendisini kavrayan kollarına dokunmuş sonra da göğüsündeki tüylerin arasında ellerini gezdirmişti. Ardından da Stefano’nun kalkmasına karar verip onu uyandırmak için üzerindeki pikeyi tamamen almıştı ve üzerine doğru çıkıp boynundan öpmeye başlamıştı. Elleriyle yüzünü okşayıp göğüslerini öperken bir yandan da Stefano’nun yüzüne bakıyordu hınzırca. Stefano’nun göz kapakları bile kıpırdamazken İzmir, yavaş yavaş daha aşağılara doğru inmeye başlamıştı. Önce bacaklarında dudaklarını dolaştırmayı sürdürmüş, sonra da penisine küçük öpücükler kondurmuştu. Stefano hala mışıl mışıl uyuyorken, bu İzmir’i daha çok tahrik etmişti. Böylece Stefano’nun penisini ağzına almış ve emmeye başlamıştı az az. Dokunuşlarıyla İzmir, Stefano’nun ereksiyon olmasını sağlamıştı. Daha önce hiçbir erkeğe yapmadığı bir şeydi bu İzmir’in. O an birden Stefano gözlerini açmış ve ne olduğunu anlamaya çalışmıştı. İzmir, Stefano’nun o şaşkın halini hiçbir zaman unutmayacaktı.
Bu arada telefon hala çalıyor, tuvalin başında yeni tablosu için çalışan Stefona, sesi duymuyordu. Dinlediği şarkı bitince fark edebildi telefonu. Koştu ve telefon ahizesini kaldırdı. İçinden de “Tanrım lütfen bu İzmir” olsun diyordu.
- Alo… Aloo…
Ses veren kimse yoktu. Stefano da telefonu kapattı.)
(Esin SAYIN / İZMİR)
Stefano'nun gözleri bir müddet duvardaki orjinaline yakın olan Vittorio Pellazza'nın The Path Of Dreams tablosuna asılı kaldı. Ve sonra tablodaki dar ve uzun koridoru kaplayan kırmızı halının üzerinde koşuyor hissetti kendini. Koridor hiç bitmedi. Her kapı aynı koridora açılıp durdu sanki. Kapana kısılmış bir fare gibi dolanıp durdu yalnızlığı. En son henüz 19'unda, Nada gittiğinde böyle olmuştu. Ne güzel kızdı Nada. Kumral saçları Amalfi kıyılarına düşen yakamoz gibi her zaman pırıl pırıl parlar ve teni de genellikle böğürtlen gibi kokardı.
Nada da aynı İzmir gibi bir gün haber vermeden ortalıktan kaybolmuştu. Ve 2 sene sonra can dostu Vittorio'nun düğününde babası yaşında bir adamın kollarında görmüştü sevgilisini. Başta sigaradan bıyıklarının orta yeri sararmış olan bu adamı gerçekten babası zannetse de onun Nada'nın kocası olduğunu öğrenmesi uzun sürmemişti. Düğün boyunca gözlerinin içine baktı Nada'nın. Yakamoz saçlı sevdiği ise hep kaçırdı nazarlarını. Niye onu seçtiğini öğrenmek istemedi Stefano. Hatta o günden sonra o güne dönmedi bir daha. Ama İzmir, yeniden iç dünyası ile hesaplaşmasına neden olmuştu işte. Az önce arayan o muydu? Onun sessizliğimiydi duyamadığı. Bir kapı bulup çıktı koridordan. Ve kendisini dağınık yatağına bırakıp ertesi gününe savurdu aklından geçen her şeyi.
(HALİL FİNCAN / İZMİR)
İzmir, açılmayan telefonun ardından öylece kalakaldı… Sonra, ”Açmadığı iyi oldu” dedi kendi kendine. Farklı ülkelerde bir araya gelmeleri artık çok zor olan iki ayrı hayat yaşadıklarını düşündü. Bu fikre ve ayrılığa alışmalıydı. Yine de telefonu elinden bırakmakta bir hayli zorlandı. Ekranda yazılı olan numaradan ayıramıyordu gözlerini… Stefano ile yaşadıkları anlar geçerken zihninden kendini tutamadı… İçinde biriken damlalar, aniden bastıran sağanak yağmur misali, o bembeyaz yanaklarından süzülmeye başladı… “Tekrar arayıp konuşmalıyım” dedi bu defa. Tam arama tuşuna basacakken, babası birden İzmir’in odasının kapısını çaldı.
-İzmir, kızım orada mısın?
Yatağında uzanan İzmir, sanki suçluluk hissi duyarcasına telefonunu apar topar yastığının altına soktu. Gözlerinden akan yaşları temizlercesine yüzünü ovuşturdu elleriyle... O pamuk gibi olan yanakları pespembe olmuştu… Titrek bir sesle cevap verdi babasına...
-Buradayım baba…
-Hadi kızım ‘annen’ sofrayı hazırladı, seni bekliyoruz…
Babasının bu cümlesi, İzmir’in Stefano için çırpınan yüreğine bir hançer gibi saplantı... Alzheimer hastası olan babası hayatı boyunca hep başının üstünde taşıdığı ve çok sevdiği eşinin öldüğünü kabullenememişti bir türlü… Annesi Leyla, bu dünyadan ayrılmış olsa da, babası hala iç dünyasında onunla yaşıyordu... Yemekleri yapan yanlarında çalışan Halime Hanım’dı. Babasının aklı geçmişte kaldığı ve yakın zamanı hatırlamadığı için yemekleri hala eşinin yaptığını düşünmesi normaldi.
İzmir, babasının annesini hatırlatan bu hitabının ardından kahroldu. Babasını böyle görmek üzüyordu İzmir’i. Bir an yeniden çocukluğuna annesi, babası ve ablasıyla geçirdiği o güzel günlere dönmek istedi. Büyümek demek, tek tek tüm acılarla yüzleşmek demekti. Stefano’ya duyduğu özlem, annesinin kendinde bıraktığı kapanmaz yara, Amerika’da yaşayan ablasına olan hasreti ve babasının durumu işte bu acılardandı.
Birini çok sevmek ve ona ulaşamamak, hayatına alamamak ne kadar kötü bir şeydi. Bazen zihin olarak bazen de tamamen kaybediyorduk yaşantımıza dahil olmuş güzellikleri. Her seferinde bir başkasıyla doldurmaya çalışıyorduk boşluklarını ama bu çok zordu.
(GÖKHAN KÖKÜŞOĞLU / İZMİR)
(Gece yarısı bir sarsıntıyla uyandı Stefano… Oysa yeni uyumuş sayılırdı. Uğultuyla karışık korkutucu bir ses vardı çevreyi saran, dışarıda da bazı arabaların alarmları ötüyordu. “Deprem bu!” diyerek yataktan fırladı. Sendeleye sendeleye evin kapısına yönelmişti ki sarsıntı durdu. Koridorda duvara tutunarak boş gözlerle 20 saniye kadar evin içine baktı, odaların kapılarında gezdirdi gözlerini, sallanan avizeyi takip etti. Tam olarak sarsıntının geçtiğini anlayınca rahatladı. Yeni bir sarsıntı olma riskine karşı giyinip dışarı çıktı. Sokak birden kalabalıklaştı… İnsanlar tedirgin tedirgin apartmanlardan sokaklara indiler… Çevrede gözüken hiçbir yıkıntı ya da çatlak görüntüsü yoktu. Bir süre evinin önündeki basamaklarda oturdu öylece. Etrafı izledi. Sonra da biraz yürümeye karar verdi. Evinin karşısında duran marketin yanındaki sokaktan arka mahalledeki parka doğru yürüdü. İnsanlar parklardaki banklara ve yerlere oturmuşlardı. Aralarından geçerken birinin kendine seslendiğini duydu.
- Stefano… Stefano…
Stefano sesin geldiğini yöne doğru baktı. Eski nişanlısı Marta’nın kendine doğru geldiğini gördü. Marta, hiçbir şey söylemeden Stefano’ya sarıldı. Ağlıyordu… Anlaşılan çok korkmuştu…
En son 3 yıl önce görüşmüşlerdi. Şaşırdı Stefano… Anlaşamadıkları için ayrılmışlardı. Marta uzun bir süredir Fransa’da yaşıyordu.
Geçmişte ayrılırlarken Marta, Stefano'ya sarılıp yine bu şekilde ağlamıştı. Ardından da Stefano, "Biliyorum senden ayrıldığım için çok pişman olacağım. Belki bende çok ağlayacağım ama bu ilişkinin bitmesi gerekiyor" demişti. Hiç kolay olmamıştı Marta’nın bu ayrılığı kabullenmesi. Marta, Fransa'da yaşayan kuzenlerinin yanına gidip kariyer yapmak için İtalya'dan ayrılmıştı. Bir daha geri döneceğini düşünmüyordu. Ancak her şey beklediği gibi gitmemişti. Önce amcasını kaybetmiş, ardından da kaldığı evde kendisini yük gibi hissetmeye başlamıştı. Kendisine bir ev tutmuş ama daha sonra girdiği işten çıkarılınca ve yeni bir iş bulmayınca çok özlediği ailesinin yayına dönmüştü.
Marta, her girdiği ortamda ilgiyi üstüne çekmeyi başarabilen, güzel bir kadındı. İlgi görmek, beğenilmek ona büyük tatmin sağlıyordu. Zekasının yetmediği yerde cinselliğini rahatlıkla kullanabilirdi. Özgürlüğüne çok düşkündü. Gezmek, yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak Marta için önemliydi.
Birlikte oldukları süre içinde Marta için Stefano hayatındaki istikrar anlamına geliyordu. İlk kez bu kadar uzun süre biriyle çıkmıştı. Belki bunun nedeni Stefano'yu, şımarıklıklarını kaldıran, yaşamı kendisi için konforlu hale getiren ve hayal kurmasına yardımcı olan biri olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Bazen birlikte geçirdikleri zamanı düşündüğünde buna kendisi bile şaşırıyordu.
Başta Stefano'dan ayrıldığında kendini için yeni bir hayatın başladığı düşünse de, yaşadığı şansızlıkları saymazsak hayatına dahil olmaya çalışan her erkekte Stefano'ya karşı tarifsiz bir özlem duydu.)
(Filiz Kahraman / Londra)
(Gün neredeyse aydınlanmak üzereydi. Stefano ve Marta, 3 saat soluk soluğa sohbet etmişlerdi korkunun yerine yavaş yavaş rahatlamanın bıraktığı sokaklarda. Önce biraz parkta oturmuş ardından da adım adım geçmişlerdi hayatlarının tam da orta yerinden. Yeniden parka döndüklerinde sohbete devam ederken Marta yorgunluğuna yenik düşmüş ve Stefano’nun omzunda uyuya kalmıştı. Stefano, Marta ile yaşadıklarını düşündü uzun uzun… Marta’nın hayatındaki yerini… Ya bundan sonrası ne olacaktı? Zordu bu soru… Güneş doğuyordu… Ve sarhoş gibiydi yorgunluktan Stefano…
Marta, aydınlanan günle gözlerini araladı yavaş yavaş… O sırada Stefano, sokağın karşısında yürüyen bir kızı İzmir’e benzetti. Aniden fırladı yerinden. Marta ne olduğunu anlayamadı, şaşırdı… Stefano, birkaç adım atmıştı ki gördüğünün bir hayal olduğunu fark etti. İzmir’in hayali… Anlam veremedi… Etrafına bakındı öylece. Sonra Marta’nın yanına döndü.
- Ne oldu? Ne gördün?
Stefano, “Birine benzettim” dedi ve gülümsedi sadece…)
(Şener YAZGAN / RİZE)
İzmir zorlanarak yatağından kalktığında gün çoktan aydınlanmıştı. Gün ışığını odasına dağıtmak için penceresini örten perdeyi açtı. Ama camın diğer tarafında ne olduğunu anlayamadığı kocaman kırmızı bir bez, bahçeyi ve sokağı görmesini tamamen engelliyordu. Başta şaşırmasına rağmen sonra çok da umursamadı. Apartmanın dış cephesi boyanacağı aklına gelmişti. Kırmızı bezin orada olmasını ona bağladı.
Babasıyla keyifli bir kahvaltı yaptıktan sonra alışverişe gitmek için evden çıktı. Apartmanın kapısını açtığında gördüğü manzara karşında İzmir’in ağzı kulaklarına değecekti neredeyse. Apartmanın bahçesinde kırmızı renkte dev bir balon vardı. İçinde ise Onur… İki kişi de balonun yanında duruyor ve yere çivilenmiş iplerinden tutuyorlardı.
İzmir şaşkınlıktan Onur’a doğru yürürken bir ara sendeledi. Yüzü kızarmıştı. Onur da bağırarak, “Seni bekliyordum. Neyse ki gecikmedin” dedi.
- Gecikmek mi? Hem bu balon da nerden çıktı?
- Senin için bir küçük sürpriz.
- Küçük mü? Aman Allah’ım!
- Benimle şu yaşadığın kente bir de yukarıdan bakmaya ne dersin?
İzmir, gülümseyerek Onur’un uzattığı elini tuttu. Diğer 2 kişinin yardımlarıyla balona bindi. Gözleri parlıyordu İzmir’in… İlk kez bir balona biniyordu. Oysa o çocukluğundan beri bunu yapmayı çok istemişti.
(Şahin PEKİNER / ALMANYA)
Balon yükseliyor ama hala İzmir bir yandan yaşadıklarının gerçek olup olmadığını düşünüyor bir yandan da şaşkın gözlerle etrafını inceliyor, aşağıdan kendisine bakan insanlara gülümsüyor ve el sallıyordu. Yaşamı boyunca aldığı en güzel hediyelerden biriydi. Kim bir balona binmek ve gökyüzünde özgürce süzülmek istemezdi ki…
- Seni kaçırıyorum.
- Nasıl yani?
- Sana böyle gelmesem benimle bir daha görüşeceğini sanmıyordum. Umarım beni artık ciddiye alırsın. Çünkü şu reklam filmi için gerçekten seninle çalışmak istiyorum…
- Peki neden?
- Bunu yere inince konuşuruz bence şimdi manzaranın tadını çıkarmalıyız.
“Onur haklı” diye geçirdi içinden. Manzara gerçekten harikaydı. Sahil şeridinin üzerindeydiler. Evler, arabalara altlarında küçücük gözüküyordu. Ne çok bina vardı. Deniz ışıl ışıl parıldıyordu güneşin etkisiyle. Karşıyaka, Alsancak, Güzelbahçe… Neredeyse kentin her yerini balondan görebiliyorlardı. Biraz daha yükselseler bulut kümeleri içinde kalacaklardı. Yükseldikçe hava da serinlemişti. İzmir elleriyle kollarını sıvazlarken Onur, “Üşüdün galiba?” dedi. İzmir kendisini başını sallayarak yanıtlayınca, Onur ceketini çıkarıp İzmir’e verdi. Bu sırada gözlerini manzaradan alamayan İzmir’e biraz daha yaklaşıp yanağından öptü…
(Ayşen ASLIM / İSTANBUL)
Stefano ve Marta tamamen uykusuzluğa yenik düşmeden önce evlerine dönmeye karar verdiler. Oturdukları yerden kalktılar ve yürümeye başladılar. Artık ayrılmaları gereken yerde Marta, hala çok korktuğunu söyleyerek Stefano’dan kendisini yalnız bırakmaması istedi. Evine davet etti. Stefano da, bu daveti istemeyerek de olsa kabul etti. Aslında o an kendi yatağında uyumak daha cazip geliyordu.
Her ikisi de çok yorgundu. Eve girer girmez Marta, Stefano için odasının yanındaki odada bir yatak hazırladı. Hemen yatağa giren Stefano’nun üzerini örterek ona iyi uykular diledi.
Marta’da odasına gitti ve yatağına girdi. Ama odasının kapısını kapatmadı…
Stefano, bir ara vücudunda bir sıcaklık hissetti. Gözlerini zorlayarak açtı. İlk gördüğü şey karşısında duran saatti. Yatmalarının ardından saatler geçmişti. Sonra Marta’nın dudaklarını hissetti boynunda. Hava aydınlanmak üzereydi ve pencereden sızan ışık Stefano’nun yanına boylu boyunca uzanmış Marta’nın çıplak vücudunun tüm hatlarını ortaya çıkarmaya yetiyordu. Yorganın sadece küçük bir bölümü Stefano’nun üzerindeydi. Boynundan dudaklarına doğru küçük öpücüklerle ilerleyen Marta, bir yandan da elleriyle Stefano’nun saçlarını okşuyordu. Stefano bir an hareket etmek istese de Marta’nın vücudunun ağırlığıyla kalkamadı. Marta ise Stefano’nun üzerine daha fazla çıkarak dudaklarına yapıştı. Artık durmak için çok geçti.
Kadınlar sevişmek için çok ısrar eden erkeklerden uzak dururken kendilerini geri çeken erkekleri daha kolay içlerine alıyorlardı. Stefano’nun masum bir şekilde uyuması Marta’yı ona itmişti ve eski günlerini anımsatmıştı sanki. Marta bu tanıdık kokuyu içine çekmekten, geçmişte hayatını paylaştığı bu adama dokunmaktan mutluydu.
Stefano ise Marta’yı her öpüşünde tanıdık bir şeyler arıyordu sanki. Doğrulamak, onaylamak istediği bir şeyler vardı.
Stefano da tamamen çıplak kaldığında bedenleri kenetlendi. Fırtınada kayalıklara vuran dalgalar gibiydiler. Her buluşmada adeta savruluyorlardı. Hava soğuktu ama bedenleri yanıyordu. Marta, Stefano’nun üzerine oturdu. Stefano, yorgunluğuna rağmen Marta’ya istediğini veriyordu. Sanki her saniye içine daha fazla giriyor, elleriyle Marta’nın göğüslerini avuçlarken daha fazla zevk almasını sağlıyordu. Giderek hızlandılar ve daha vahşileştiler. Stefano, Marta’yı saçından kavrayarak yanına doğru çekti. Acıyla yatağın boş tarafına doğru savrulan Marta’nın arkasına geçen Stefano, bir kez daha içine girdi. Stefano daha da sertleşti. Bir yandan Marta’nın kalçalarına vuruyor, bir yandan içine girip çıkamaya devam ediyordu. Nefes alıp verişleri o kadar hızlanmıştı ki önce Marta sonra da Stefano boşaldı.
Sonra fırtına durdu…
Bu kez birlikte uykuya daldılar…
(Kaan DEMİRCİ / BURSA)
Stefano dudaklarındaki şehvet kokusu ile uyandığında yanında Marta’yı uyumaya devam ederken buldu. Bir süre hareket etmeden nefes alış verişini, eksik taraflarını örtmek istercesine sarıldığı örtüyü ve yüzündeki hüzünle karışık huzuru inceledi. Yaşadıkları geceyi tekrar tekrar zihninde canlandırırken kendine yabancılaştı. Hayatının uzunca bir süresini paylaştığı bu kadının kendisine bu kadar yabancı gelmesini anlayamıyor ve bu durum onu savunmasız kalmış vahşi bir hayvan gibi sinirlendiriyordu.
Sanki bu dudakları ilk kez öpmüştü dün gece, bu kokuyu ilk kez içine çekmişti… Aradan geçen zamanda bu kadında sevdiği ne varsa sanki derisi soyularak çıkarılmış, çıplak bırakılmış ve gitgide sıradanlaşmıştı. Kafası karışmış ve sinirleri bozulmuştu.
Geçen zamanı da kendi kendine bahane ederek gitmesi gerektiğini düşündü. Tam kalkacakken Marta’nın küçük burnuna takıldı gözleri… Uzun yıllar boyunca onun psikolojisini alt üst eden babası ile ilgili sorunları anlatırken ağlayarak kızarana kadar sildiği küçük, zarif ama kendisine yakışan sivri ve inatçı bir burun.
Yatakta doğrulurken Marta uyandı. Şişmiş dudakları ve kızarmış gözleri ile Stefano’ya onu yakalamış gibi huzursuz gözlerle baktı.
- Sadece tuvalete gidiyorum.
Ve tabii ki giyinip evine dönmek üzere yola çıktı. Bu yüzleşmeye karşı duyduğu şiddetli korkuya anlam veremiyordu.
Huzursuz, eksik, sinir bozucu derecede aksi hissediyordu kendini. Neredeyse fiziken yoksunluk belirtisi gösterecek kadar içine işlemiş bir bağımlılık ile terbiye ediliyordu.
Yol üzerinden sade bir kahve alıp temiz havayı içine çekerek yürümeye başladı. Herkes normal hayatına dönmüştü. “Ne saçma” diye düşündü. İnsanlar her duruma öyle çabuk alışıyordu ki… Doğaya hükmettiğini sanan zavallı insanoğlu en küçük bir doğa olayında yine doğaya sığınıyor ve parklara, ormanlara evlat edinilmek için yalvarıyordu.
Yol boyunca içinden gelen bastırılamaz resim yapma dürtüsünün heyecanı ile merdivenlerde soyunmaya başlamış ve havasız odasındaki tuvalinin karşısında yerini almıştı. Kahvesinden kalan son yudumu içip kalemini eline aldı. Bir iki saniye gözlerini kapayıp düşündü ve zihninin karanlık noktalarında dolaşmaya başladı. Bu yolculuk her zamanki gibi onu yoruyordu. Gün içerisinde yaşadıkları ve gördükleri ona ilham verirken bu kez düşündüğü gibi olmadı… Kendine geldiğinde tertemiz tuvalin üzerinde İzmir’in yüzü ile karşılaştı. Başka hiçbir şey yoktu. Sarsıldı, titredi ve yatağının ucuna oturarak bu sade ama derinden sarsıcı görüntüye baktı. Tuvalin başına oturalı 1 saat olmuştu. Nasıl da geçmişti zaman! Elleri titriyor, nefesi daralıyor ve kalbi sıkışıyordu. Elini kalbine götürürken İzmir’in verdiği kolyenin boynunda olmadığını fark ettiğinde dehşete düştü. Marta’yla yüzleşmek pahasına o kolyeyi geri almak geçmişiyle geleceği arasında kurduğu o aynadan köprüyü geçmek demekti…
(Melike ÇERÇİOĞLU / İZMİR)
Bir an için tuvale geri döndü ve karşısında transa geçmişçesine elini boynunda sürekli gezdirerek ne pahasına olursa olsun hemen Marta ile buluşması gerektiğini hissetti. Bir şekilde Marta'nın evinde düşürdüğünü sandığı kolyesini hiç vakit kaybetmeden ondan almayı kafasına koydu. Sanki o kolyeyle İzmir'e görünmez bir zincirle bağlıydı ve kolyenin yokluğu onunla tüm bağlarını koparacaktı. Aralarındaki uzaklığı sonsuza kadar uzatacaktı. Hiç vakit kaybetmeksizin Marta'yı aradı. Uzun uzun çalan ve açılmayan telefon sesinden sonra bir an için Marta'nın ona kızgın olduğunu düşündü. Ama o sırada uykulu bir sesle Marta telefona cevap verdi:
- Alo
- Alo Marta ben Stefano. Sana doğru dürüst hoşçakal diyemeden sabah ayrıldım. Bu akşam için bir planın var mı? Seni dışarı yemeğe çıkarmak istiyorum, sanırım sana küçük de olsa bir özür borcum var.
Uzun bir süre Marta'dan ses gelmedi ve Stefano'nun o an çaresizlikten miğdesine kramp girdi. Marta'dan bir anda hiç beklemediği bir yanıt geldi:
-Tamam o zaman küçük bir Fransız lokantası biliyorum gün içinde sana adresini gönderirim, saat 20.00'de buluşalım.
Stefano'nun kalbinde, miğdesinde sıkışan herneyse hepsi bir anda yukarı doğru havalandı ve kendisini uçucakmış kadar hafif hissetti. Kafasını tekrar tuvale çevirdi tek istediği, “Bekle beni sevgilim, geliyorum” demekti.
Yine de İzmir’e giderek İzmir’i bulmak için şansını denemeye karar verdi ve hemen Sky Scanner'ın sayfasına girerek Cuma akşamına bir uçak bileti almak için sabırsızlıkla uçuş saatlerine baktı. Geceyarısı yola çıkıp sabaha karşı Türkiye'de olacağı bir bileti almak için tüm detaylarını yazdı. Ve biletini online olarak rezerve etti. Fakat sistemin verdiği uyarıya göre ücretini ödemiş olduğu halde her ne olduysa biletin onaylanmasında bir hata oluştuğunu gösteriyordu. Stefano o an kalbinde küçük bir sızı hissetti ve “poff” diye bir ses çıkartı. Web sayfasında verilen yardım hattını aradı ve telefonun sürekli meşgul çalması üzerine sabırsızlıkla yerinde duramadan üzerine ceketini alıp aşağı meydandaki Alitalia'nın ofisine gidip bu sorunu orada halletmek üzere evden çıktı. Büyük bir heyecan içinde sokaklarda nerdeyse uçarak yürüyordu. Yürüme adımlarının yerini bir süre sonra koşar adımlar aldı. İçinde garip bir mutluluk hali vardı. Dört yol ağzına geldi ve karşıya geçmek üzereyken tanıdık bir sesin kendisine “Stefanooo” diye seslendiğini duydu. Fakat yolun yarısına kadar ilerlemiş olan Stefano, diğer taraftan gelen arabanın korno sesi ile arkadaşının sesi arasında kaldı. Acı bir fren sesinin ardından kendisine çarpan arabanın üzerinden sıyrılan o huzursuz bedeni yere yığıldı.
(Birgen Engin / İZMİR)
Yerde boylu boyunca uzanmış kıpırdatamadığı bedeninin hiçbir şekilde acı vermemesi onu korkutmuyordu aslında. Gözleri yukarıda gökyüzünün boşluğuna anlamsızca bakıyor gözükse de onu içten içe korkutan şey; nasıl oldu da bütün bu heyecan ve gitme arzusunda ki bedeni ve ruhu şu anda belirsiz bir boşluk içinde etraftaki kalabalığa rağmen kayboluyordu.
Vücudunu kavrayan eller onu, Roma’nın dar ve kalabalık sokaklarına rağmen kısa bir sürede gelen ambulansa yerleştirirken Stefano’nun zihninde sadece belirsizlikler vardı… Öyle güçlüydü ki ona kemiklerinin sızısını dahi hissettirmiyordu…
Nasıl olmuştu da bu kadar kısa bir sürede bulduğu, daha düne kadar yanında olan, gözlerinin içine bakarken kaybolduğu İzmir’i bu kadar çabuk kaybedebildi. Bütün bu düşüncüler zihninde gitgide büyürken ambulansın kapısının açılması ile birden başına gelen kazanın farkına vardı ve kendine geldi. Göğsünde tarifsiz bir ağrı ile hastanenin koridorlarında ilerlerken yanında koşar adımlarla ona eşlik eden Fausto’yu fark etti. Ne tuhaf ‘’Şanslı’’ anlamını taşıyan isimli arkadaşı Stefano’nun belki de en büyük şanssızlığı olmuştu.
Fausto acil kapısının önünde bir yukarı bir aşağı yürürken bir yandan da üzüntü den farkında olmadan ellerini sürekli başını götürüyordu. Birden Stefano’nun İtalya’nın güneyinde bir sahil şehri olan Bari de yaşayan ailesi geldi aklına…
Stefano, çok sevmesine rağmen anne-baba ve 4 kardeşini Bari de bırakmak zorunda kalıp mesleğin de kendini göstermek, sanatını yapabilmek ve kendini ispatlamak için Roma ya yerleşmişti.
Fausto’nun aklından, ‘’Ben şimdi ailesine ne diyeceğim? Onlara nasıl söylerim?‘’ cümleleri geçiyordu aklından tekrar tekrar…
Düşünüyordu, nasıl olmuştu da en eski dostu en yakın arkadaşının başına böyle bir kaza gelmişti. Ama artık ona bir şey olmaması için dua etmekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Beklemek… Fausto için bitmek bilmeyen beklemek…
Üç saatin sonuna doğru kendisine yaklaşan doktoru görünce sevindi.
- Sol kolunun kırık var. Kaburgasında da küçük bir çatlak… Şu anda durumu iyi ağrı kesiciler ile uyuyor.
Fausto heyecanlı ve rahatlamış bir mutlulukla
-Çok, çok teşekkürler doktor. Peki şimdi onu görebilir miyim?
-Tabii ki. Geçmiş olsun…
-Teşekkürler.
Fausto’nun ayakları çoktan Stefano’nun odasına doğru yönelmişti…
(Eda Ongün Balık / İZMİR)
Kendince masum bu küçük öpücük İzmir’in yüreğini yakan son darbe olmuştu.
İrkildi, sustu, bekledi…
Tepkisizliğiyle anlatmak istedi yandığını.
Balon yükseldikçe, manzarası kayboluyor, direnci azalıyordu.
Gözlerini Onur’dan uzaklaştırıp, balonun ortasındaki pilotun yanından sol tarafa iki adım attı.
Durdu…
Bulanık da olsa görmeye çalıştığı Kordon’dan Fuar’a kayan gözleri, geçmişe, Göl gazinosunda aileyle yenen, neşeli yemeklere gitti. Kahkahalar, dost karşılaşmaları, koşuşturan çocuklar… Körfez… Yeşilin en güzeli Cumhuriyet Meydanı… 29 Ekim kutlamalarında bando takımına dahil olmanın heyecanla karışık mutluluğu. İnciraltı balıkçılarında içilen ilk rakı, Asansör’de yenen ilk aşk yemeği… Son aşk…
“Stefano”
Hafızasına kazınmış kanlı canlı anıları pişmanlığın kör edici hüznüne bulanmıştı.
“Özledim”
Kimisi için kadın, kimisi için deniz, kendisi içinse şimdilerde sade yalnızlık kokan havayı tek nefeste ciğerlerine doldururken, kocaman açtığı, rüzgara dönük gözlerinde biriken yaşlar tutunamıyordu kirpiklerine.
Özgürlüğe kavuşmuş mahkumlar gibi hür yaşların ardı arkası kesilmiyor, tutmaya çalıştıkça artıyor, arttıkça “Lanet olası balonda kapana sıkıştım” diye düşünmekten kendini alıkoyamıyordu.
“Çok yalnızım”
Evet yalnızdı. Kendisine dair tek gerçeği babası bile zaman zaman onu hatırlamıyor, hatırlatmaya çalıştığı anlarda ise “Madem kızımsın neden bunca sene beni bir kez olsun görmeye gelmedin” diye soruyor, hemen hemen her gün aynı şeyleri en başından, yeniden, tekrar tekrar anlatmak durumunda kalıyordu.
Onur kendisine sırtını dönen kadının yanağına kondurduğu öpücüğün aceleye gelmiş bir hata olduğunu anlayamadan “Harika! Bütün problemli kadınlar beni bulmak zorunda” diye düşünüp, hafifçe İzmir’in yanına yaklaşıp omuzuna dokunur
“İnelim mi?” sorusunun yanıtını beklemeden, az önce itham ettiği kadının sessiz gözyaşlarını fark eder.
“Bir dakika, sen ağlıyor musun?”
İzmir’i iki omuzundan dikkatlice tutarak kendisine doğru çevirir.
Yüzüne konan şaşkın ifade ve bakışlarına eklenen panikle
“Neyin var?”
“Neden ağlıyorsun?”
“Yoksa benim yüzümden mi?” diye soru zincirine bir başka soru daha ekleyerek
“Aniden sana yakınlaşmaya çalıştığım için mi?”
İzmir yüzündeki yaşları silip gözlerini Onur’un gözlerine çevirir
“Bu güzel jestin için teşekkürler.”
Cümlesini zihninde tamamladıktan sonra
“Eminim benim yerimde olmak isteyen milyonlarca kadın vardır ancak…”
“Ancak o kadınlardan biri sen değilsin”
“Öyle değil mi?”
Onur’un bu sorusunu yanıtsız bırakan İzmir
“Artık inebilir miyiz?”
“Nasıl istersen” yanıtını aldıktan sonra rahatlamış, burnunu sızlatan yaşları dinmişti.
Balon gökyüzünden İzmir’e yaklaşmışken İzmir omuzlarındaki ceketi çıkarıp
“Teşekkürler”
Onur gülümseyerek
“Ben teşekkür ederim”
Sorunlu olduğunu düşünse de karşısında duran bu güzel kadını tanıma isteğine engel olamaz. “Sorunlu ya da sorunsuz bir yönetmene ihtiyacım var değil mi?” diye kendini kandırıp
“İzmir”
“Efendim”
“Benimle yarın akşam yemeğe ne dersi?”
“Bilemiyorum”
“Bunu bir iş yemeği gibi düşünsen?
(Ece Yazgan / İzmir)
İzmir zorlanarak yatağından kalktığında gün çoktan aydınlanmıştı. Gün ışığını odasına dağıtmak için penceresini örten perdeyi açtı. Ama camın diğer tarafında ne olduğunu anlayamadığı kocaman kırmızı bir bez, bahçeyi ve sokağı görmesini tamamen engelliyordu. Başta şaşırmasına rağmen sonra çok da umursamadı. Apartmanın dış cephesi boyanacağı aklına gelmişti. Kırmızı bezin orada olmasını ona bağladı.
Babasıyla keyifli bir kahvaltı yaptıktan sonra alışverişe gitmek için evden çıktı. Apartmanın kapısını açtığında gördüğü manzara karşında İzmir’in ağzı kulaklarına değecekti neredeyse. Apartmanın bahçesinde kırmızı renkte dev bir balon vardı. İçinde ise Onur… İki kişi de balonun yanında duruyor ve yere çivilenmiş iplerinden tutuyorlardı.
İzmir şaşkınlıktan Onur’a doğru yürürken bir ara sendeledi. Yüzü kızarmıştı. Onur da bağırarak, “Seni bekliyordum. Neyse ki gecikmedin” dedi.
- Gecikmek mi? Hem bu balon da nerden çıktı?
- Senin için bir küçük sürpriz.
- Küçük mü? Aman Allah’ım!
- Benimle şu yaşadığın kente bir de yukarıdan bakmaya ne dersin?
İzmir, gülümseyerek Onur’un uzattığı elini tuttu. Diğer 2 kişinin yardımlarıyla balona bindi. Gözleri parlıyordu İzmir’in… İlk kez bir balona biniyordu. Oysa o çocukluğundan beri bunu yapmayı çok istemişti.
(Şahin PEKİNER / ALMANYA)